ANADOLU’NUN MAYASI ÂRİFLERİN SOFRASI

HOCA AHMED YESEVÎ

Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî, hem bir “velî (Allah dostu)”, hem de bir mürşid (eğitimci)dir. Velî talebeler ve halîfeler yetiştirerek onları da irşad vazîfesi ile görevlendirmiştir. O, zihninde kendisinden sonraki zamanlar ve farklı mekanlar için projeleri olan bir mürşid-i kâmildir. XI. yy’da Türkistan’ın Sayram kasabasında doğan pîr, daha küçük yaşta ilim tahsil etmek maksadıyla Yesi’ye gitmiş, daha sonra hakîkat ilmini öğrenmek üzere Buhara’da Yûsuf el Hamedânî’ye intisab etmiştir.

Yûsuf el Hamedânî, onu üç halîfesinden biri olarak seçmiştir. Tekrar Yesi’ye dönen Hoca Ahmed Yesevî, hakîkat çerağı ile Sır-Derya havalisini, Taşkent çevresini aydınlatmış, Buhâra, Semerkant ve Horasan şehirlerindeki Türkler çevresine toplanmıştır. Söylediği “hikmet”lerle geniş kitleleri dînî, tasavvufî ve ahlâkî yönden etkilemiş; eğitmiştir. Pek çok mutasavvıf, âşık, şâir onun takipçisi olmuştur.

HACI BEKTAŞ VELÎ

Velâyetnâme’de anlatıldığına göre; Hacı Bektâş Velî, kutbü’l-ârifîn, kutbü’l-aktâb makâmlarını erkâna uygun olarak emânet ve icâzetlerle birlikte bizzat Hoca Ahmed Yesevî’den almıştır. Kaygusuz Abdal, Vücudnâme’sinde kutbü’l-aktâbın; bütün dünyanın durumundan, ihtiyaç ve problemlerinden haberdar olan, gerekli çözüm projelerini üreten ve onları sürdürecek elemanları yetiştiren kişi olduğunu söylemektedir.

Hünkâr, kutbü’l-aktâbın toplum içersindeki konumunu şöyle dile getirmektedir: “Allah’ın velîsi, kendi zamanının Nuh’udur. Onun yardımı, Allah’ın kullarını tûfan belâsından koruyan gemidir. Su tûfanında her ne kadar su bela ise de, vücutlara yönelik olduğu için ondan kurtulmak kolaydır. Ancak, cehâlet tûfanı ondan daha zordur, daha kötüdür. Çünkü onda boğulan kimse ilelebet kurtulamaz.” Hacı Bektâş Velî, kendi zamanının Nûh’u olmuş; yetmiş iki milletten insanlar cehâlet tûfânından kurtulabilmek için “ilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” diyen Hünkâr’ın ilim, irfân ve îman gemisine binmişlerdir.

Hacı Bektâş Velî, Rum (Anadolu)’un gözcüsü olarak Anadolu’da kurduğu otağından; dergâhından tüm dünyanın ahvâlini gözetlemiş, Kafkaslar’dan Balkanlar’a, Avrupa’dan Afrika’ya kadar uzanan bir sulh projesinin gerçekleştiricisi olmuştur. Yetiştirdiği velî ve halîfeler, adı geçen coğrafyaları hakîkat çerağı ile aydınlatmışlardır. Hünkâr, Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî’nin Anadolu’ya attığı dut ağacını, görkemli bir çınara dönüştürerek bir cihan devleti olan Osmanlı’nın manevî mîmarlığını yapmıştır.

YUNUS EMRE

Yunus Emre Anadolu’nun her karışını gezen ve yolu Hacı Bektaş Velî’nin dergâhına da uğrayan bir Hak erenidir. O attığı her adımda gönlündeki ilâhî nağmeleri insanlarla, çiçek ve böceklerle paylaşmış, ayrılıklarla mücadele ederek, zıtların birliği için çalışmıştır. Yunus’un amacı gönüllere girmek ve onları onarmaktır. Onun fikrince insan gönlü “dost” olarak isimlendirdiği Hakk’ın evidir.

Hakk’ın gönül evine konuk olabilmesi için onarılması gerekmektedir. Onarım malzemesi ise sevgidir. Allah sevgisi ile gönlünü zenginleştiren, adeta bir hazine haline getiren Yunus bu konuda kıskanç da değildir. O can taşıyan herkesin gönlünün nazargâh-ı ilâhî olmasını istemekte ve bunun için çalışmaktadır. Yunus Emre varlık sebebini ve Anadolu’daki misyonunu şu dörtlükte anlatmaktadır:

Ben gelmedim davî için,
Benim işim sevi için,
Gönüller dost evi için,
Gönüller yapmaya geldim.

Senlik ve benliğin, din, dil ve ırk farklılıklarından dolayı çekişmelerin en önemli sebebi yaratılıştaki birliği görememektir. Gönlünü sevgiyle onaramayanlar “Bir olan Allâh”a gönlünü veremeyenler, hayatlarını benlik mücadelesi içerisinde geçirerek, mal-mülk, makâm-mevki, şöhret-şehvet gibi can içindeki birliği bozan âfetlerle sarsılmaktadırlar.

Sahip olamamanın, elde edememenin, bir başkasına kaptırmanın telaşı ve huzursuzluğu içerisinde okyanuslar kadar geniş olan gönüllerini bir hapishaneye çevirmektedirler. Bir Hak âşığı olan Yunus Emre “birlik” makamına ermeyenlerin ikiliğin acılarına katlanmak zorunda kalacaklarını haber vermektedir. İkiliğe düşmek can içindeki bir hastalıktır.

NİYÂZÎ-İ MISRÎ

İbn-i Arabî’nin Mekke’de kaleme aldığı Fütûhât-ı Mekkiyye’den büyük ölçüde etkilenen Hazret-i Mısrî için Ka’be, bütün yol ve nefes sahiplerinin yollarının kesiştiği bir mekândır. Ka’be’de tevhîd hakîkati ortaya çıkar ve izafetler, mensubiyetler ortadan kalkar. Orada ne Halvetîlik, ne Celvetîlik, ne de Kâdirîlik, Gülşenîlik, Bektâşîlik, Mevlevîlik veya Nakşîbendîlik kalır.

Mutlak vücut uzayına vâsıl olan sâlikler hacılar gibidirler. Nasıl hacılar dünyanın dört bir tarafından Ka’be’ye geliyorlarsa ve onların haccında hata, kusur aranmıyorsa hiçbir yol ehlinin yolunda, erkânında da kusur aranmamalıdır. Elbette bu durum hicretini gerçekleştirip, kalb Ka’be’sine ulaşanlar için geçerlidir.

Hazret-i Mısrî’ye tahammül ötesi eziyetlere katlanma gücü veren örnek kişi, uğruna canını ve malını feda ettiği Hz. Hüseyin olmuştur. Niyazî-i Mısrî’nin gerçek bir Hz. Muhammed ve Ehl-i Beyt muhibbi olduğunu söylemek mümkündür. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin hakkındaki düşüncelerinden dolayı yirmi yıl sürgün hayatı yaşamaya katlanması ve Risâle-i Haseneyn, Risâle-i Nokta ve Risâle-i Nefîse gibi eserleri kaleme alması, Hz. Peygamber’i rüyasında Muharrem ayında görmesi onun Ehl-i Beyt’in ilim, fazîlet ve himmetlerinden büyük ölçüde yararlandığını, onlara samimiyetle bağlı olduğunu göstermektedir. Niyâzî-i Mısrî’nin Ehl-i Beyt’e olan bağlılığı onu seven ve yolundan gidenleri de etkilemiştir. Limni’li Halvetî şeyhi Abdî-i Siyâhî ona yapılan eziyetleri, Yezîd’in Ehl-i Beyt’e yaptıklarına benzetmektedir. Nitekim Abdî-i Siyâhî’ye göre Mısrî hazretlerine yapılan bunca eziyetin tek sebebi; Benim evlâdımı seven beni sever diyen Hazret-i Peygamber’in Ehl-i Beyt’ine ve özellikle de Hazret-i Hüseyin’e aşırı bir muhabbet göstermesidir. Abdî-i Siyâhî, Hazretin Limni’deki dervişlerinin; “Biz iki defa Kerbelâ yaşadık. Biri Acem diyarında, diğeri ise Rûm diyarında Limni’de Mısrî ile” dediklerini anlatmaktadır.

Osman Eğri