HACI BEKTAŞ VELÎ İLE AHİ EVRAN İLİŞKİSİ
Harun YILDIZ**
Özet
Hacı Bektaş Velî, kültür ve medeniyet tarihimiz içerisinde çok önemli yeri olan büyük bir
mutasavvıf/düşünürdür. Anadolu’nun İslamlaşması ve Türkleşmesi sürecinde önemli bir
rolü olmuş, kalıcı izler bırakmış ve etkileri yüzyıllar boyunca geniş toplum kesimleri üzerinde
hissedilmiştir. Ayrıca ülkemizdeki Alevî/Bektaşî topluluklar tarafından da önder bir şahsiyet
olarak kabul edilir. Ahi Evran ise, tıpkı Hacı Bektaş Velî gibi, aynı dönem ve şartlarda
Anadolu’da yaşamış ve önemli toplumsal faaliyetlerde bulunmuş büyük bir halk düşünürü ve
manevi bir toplum önderidir. O, Anadolu’da Ahiliğin kurulup gelişmesi ve değişik yörelerde
örgütlenmesinde etkin bir rol oynamıştır.
Hacı Bektaş Velî ile Ahi Evran, hemen hemen aynı dönem ve koşullarda Horasan’dan
Anadolu’ya gelmişler ve Anadolu’nun sosyal ve kültürel anlamda gelişmesi için çaba
harcamışlardır. Her ikisinin de XIII. yüzyıl Anadolu’su toplumsal ve kültürel yaşamında
ciddi katkıları bulunmaktadır. Bu makalenin amacı, Anadolu’da hemen hemen aynı yıllarda
yaşamış olan Hacı Bektaş Velî ile Ahi Evran arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktır. Bu çerçevede
öncelikle, her birinin yaşamış olduğu tarihsel ve kültürel koşullar ele alınmış; ardından her
ikisi arasında var olan sıcak ve yakın ilişki, değişik boyutlarıyla ortaya konulmuştur.
Anahtar Kelimeler: Hacı Bektaş Veli, Ahi Evran, Ahilik, Tasavvuf, Eski Türk Kültürü.
THE RELATIONSHIP BETWEEN HACI BEKTAS VELI AND
AHI EVRAN
Abstract
Hacı Bektaş Velî is a big sufi-thinker who has a very important place in our history of culture
and civilization. He had an important role in the process of Islamization and Turkization
of Anatolia. He has left permanent traces and his influences have been felt on over wide
community sections for many centuries. In addition to this, he is accepted as a spiritual guide
from Alawi/Bektashi communities. Ahi Evran, exactly like Hacı Bektash Velî, is a big folk
thinker and spiritual guide who had lived in the same period in Anatolia and acted on the
important social activities. He had got an important role in establishment and development
of Ahism and its organization in varied regions in Anatolia.
Hacı Bektash Velî and Ahi Evran had come from Horasan to Anatolia in almost the same
period of time and conditions, and they have struggled to cultivate the social and cultural
life of Anatolia. In other words, each has had serious additions in social and cultural life of
Anatolia. The purpose of this article is to examine the relationship between Haci Bektas
Velî and Ahi Evran who lived in the same years in Anatolia. In this context, the historical
and cultural conditions that each lived have been analyzed and examined with their close
connection, in varied dimensions
Keywords: Haci Bektas Veli, Ahi Evran, Ahism, Sufism, Ancient Turkish Culture.
Giriş
Hacı Bektaş Velî (669/1271), XIII. yüzyıl Anadolu’sunda yaşamış olan
önemli bir halk sûfîsidir. Aynı zamanda büyük bir halk düşünürü olup Selçuklular
döneminde yetişmiş güçlü bir ilim ve fikir adamıdır. Etkileri yüzyıllar boyunca geniş
toplum kesimleri üzerinde hissedilmiştir. Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması
sürecinde önemli rolü olan manevi bir toplum önderidir. Ayrıca, ülkemizdeki Alevi
Bektaşi topluluklar tarafından da önder bir şahsiyet olarak kabul edilir. Ahi Evran
ise, tıpkı Hacı Bektaş Velî gibi, aynı dönem ve şartlarda Anadolu’da yaşamış ve
önemli toplumsal faaliyetlerde bulunmuş büyük bir halk düşünürü ve manevi bir
toplum önderidir. O, Anadolu’da Ahiliğin kurulup gelişmesi ve değişik yörelerde
örgütlenmesinde etkin bir rol oynamıştır.
Biz, bu çalışmamızda önce, Anadolu’ya hemen hemen aynı dönemlerde
gelmiş ve burada yaşamış olan Hacı Bektaş Velî ile Ahi Evran’ın yaşadığı tarihsel ve
kültürel koşullara değinerek, arkasından her ikisi arasında gerçekleşen sıcak ve yakın
ilişkiyi değişik boyutlarıyla ortaya koymaya çalışacağız.
Çalışmamızda kullandığımız en önemli kaynaklardan biri, Hacı Bektaş
Vilâyetnâmesi’dir. Hacı Bektaş Vilâyetnâmesi, bilindiği gibi, kültürümüzdeki
Menâkıbnâme geleneği içerisinde çok önemli yeri olan bir eserdir. Bektaşî
Menâkıbnâmeleri içinde ise, en önemli ve en tanınmış olanıdır. Eserin önemi, Hacı
Bektaş Velî’nin yaşamı ile ilgili rivayet ve menkıbeleri ihtiva etmiş olmasından ileri
gelir. Bundan dolayı Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî ismiyle anılır. Hem Hacı
Bektaş Velî ile ilgili bilgi ve rivayetlerin ana kaynağı olması, hem de onun Ahmed
Yesevî ile ilişkisi bağlamında Yesevîlik ile ilgili an’ane ve menkıbelerin de ülkemizdeki
ilk metinlerini ihtiva etmesi açısından eserin önemi büyüktür. Bu yüzden eser, Alevî-
Bektaşî çevrelerde bir çeşit kutsallık kazanarak yüzyıllar boyunca okunmuştur.
Ayrıca, yazılmış olduğu dönemin dinî inançları, sosyo-kültürel yapısı ve toplumsal
gelenekleri ile ilgili önemli bilgi ve malzemeler içerdiği için bilim dünyasında da
farklı bir yeri vardır. Bu anlamda orijinal ve otantik bir eserdir.
Hacı Bektaş Vilâyetnâmesi’nin müellifi ise, XV. yüzyılın ikinci yarısıyla XVI.
yüzyılın başlarında yaşamış olan ve Firdevsî-i Tavîl (Uzun Firdevsî) lakabı ile bilinen
Hızır b. İlyas 1453-1512’den sonra)1’dır. Hızır b. İlyas’ın bu eseri XV. yüzyılın
son çeyreği içinde yazmış olduğu tahmin edilmektedir. Eserin ülkemizde değişik
kütüphanelerde farklı nüshaları bulunmaktadır. Bilim adamları, elimizdeki en eski
vilâyet-nâme nüshasının, XVII. yüzyıldan önceye gitmediğini yani, Hacı Bektaş
Velî’nin vefatından bir hayli sonra, yaklaşık olarak 200-230 yıl sonra kaleme alınmış
olduğunu, bunun da 1624 tarihinde yazılmış olduğunu bildirmektedirler (Vilâyetnâme
Menakıb-ı Hünkâr Hacı Bektaş Veli, 1995: XXIII-XXIV; Ocak, 1983: 3-4). Bu
bağlamda Abdülbâki Gölpınarlı, eserin en eski nüshasının Hacı Bektaş tekkesinden
gelen ve günümüzde Ankara (Milli) Kütüphanesinde bulunan nüsha olduğunu
belirtir (Vilâyet-nâme, 1995: XXIII) ki, bizim de kullandığımız nüshalardan biri
budur2. Bu nüsha, Ali Çelebi isimli bir kişi tarafından 1034 Rabîulevvel tarihinde
(1624-1625 yılları) şu an elimizde olmayan daha eski bir nüshadan istinsah edilmiş
ve yine Ali Çelebi tarafından Hacı Bektaş tekkesine bağışlanmıştır (Vilâyet-nâme, vr.
217a ). Eserin tamamı, 217 varaktır. Eserin, Ali Çelebi’den sonra değişik dönemlerde
istinsah edilerek çoğaltıldığı bilinmektedir3. Kullanmış olduğumuz diğer bir nüsha
ise, İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi, Zühdi Bey Koleksiyonu, 558/4 numarada
kayıtlıdır. Velâyetnâme ismiyle geçmekte olup 80 varaktır. İstanbul’da Tatyos
Matbaasında H. 1288 tarihinde yayınlanmıştır. Bu iki nüsha arasındaki en önemli
fark, farklı dönemlerde yazılmış olduklarından dolayı, ilk nüshadaki kimi kelimelerin
yerine diğerinde aynı anlama gelen farklı kelimelerin kullanılmasıdır.
1) Hacı Bektaş Velî
Çalışmamızda temas edeceğimiz şahsiyetlerden ilki olan Hacı Bektaş Velî,
XIII. yüzyıl Anadolu’sunun önde gelen düşünür ve mutasavvıflarından biri olup
yapmış olduğu faaliyetler ve ortaya koymuş olduğu eserler, yüzyıllar boyunca halk
hafızasında canlı bir şekilde yaşamış ve hâlâ yaşamaktadır. Hacı Bektaş Velî, kültür
ve medeniyet tarihimiz içerisinde çok önemli yeri olan büyük bir şahsiyettir. Zira
toplumumuzun dinî ve kültürel hayatı üzerinde yüzyıllar boyunca etkili olmuş ve
kalıcı izler bırakmış büyük bir düşünürdür.
Hacı Bektaş Velî, XIII. yüzyıl Anadolu’sunda yaşamış ve etkileri yüzyıllar
boyunca geniş toplum kesimleri üzerinde hissedilmiş olan önemli bir halk sûfîsidir.
Asıl ismi, Bektaş olup Hacı Bektâş-ı Velî şeklinde şöhret bulması, muhtemelen
ölümünden sonradır. Onun Anadolu’ya gelmeden önceki yaşamı, yani doğumu,
ailesi, sosyal ve kültürel çevresi ile nasıl bir eğitim sürecinden geçtiği gibi konularda
elimizde ne yazık ki net ve güvenilir bilgi ve belgeler, yok denecek kadar azdır ve
elimizde olanlarda da tarihsel gerçekler, önemli ölçüde menkıbelerle örülmüş
ve birbirine karışmıştır. Bu yüzden hayatının o dönemi ile ilgili anlatılan şeyler,
menâkıbnâmeler ve dolaylı belge ve rivayetlerden meydana gelen genellemelerden
ibarettir (Fığlalı, 2006: 116). Varolan bu genellemelerin içinden bilimsel bir
ayıklamaya gittiğimizde, Hacı Bektaş Velî’nin Horasan’ın Türkler’in yoğunlukta
olduğu ve çok sayıda alim ve şair yetiştirmiş olan önemli bilim ve kültür merkezi
Nişabur kentinde doğduğunu görüyoruz. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle
birlikte, VII/XIII. yüzyılın başlarında doğduğu tahmin edilmektedir. O, kültürlü ve
bilgili bir ailenin çocuğu olup daha sonra Nişabur’da Arapça ve Farsçayı kitap yazacak
düzeyde iyi öğrenerek önemli pek çok bilim dalında derinleşmişti. Ayrıca, yaşadığı
dönemin popüler bir alanı olan tasavvuf sahasında ise, Türkistan pîri olan Ahmed
Yesevî’nin halifelerinden biri olan Lokman Perende’den ders almıştır (Kutlu, 2006:
155; Fığlalı, 2006: 117-118; Sunar, 1975: 37; Mürsel Öztürk, 1987a: s. 885-886).
Böylece Hacı Bektaş Velî, gelenek ve köken olarak Ahmed Yesevî’ye bağlanmaktadır.
Ardından büyük bir ihtimalle Moğol istilası sebebiyle Horasan’ı terk edip
Anadolu’ya gelmiştir. Hacı Bektaş Velî’nin gelirken güzergâh olarak da, doğrudan
Horasan üzerinden İran coğrafyasını kullanarak Anadolu’ya geldiğini söyleyebiliriz.
Hacı Bektaş Velî, bu süreçte memleketi olan Nişabur’dan ayrılmış, Anadolu’ya
gelmeden önce Necef ve Kerbelâ’ya uğramış, oradan Mekke’ye geçerek hacı olmuş,
burada üç yıl kalmış, hac dönüşünde de Kudüs, Şam, Halep ve Elbistan’a uğrayarak
buralarda bulunan kutsal yerleri ziyaret etmiştir (Sunar, 1975: 37; Fığlalı, 1996: 322-
323; Mürsel Öztürk, 1987a: 885-886).
Claude Cahen, Hacı Bektaş Velî’nin Anadolu’ya muhtemelen Harezm’in
Moğollar tarafından işgalinden sonra sığınacak bir yurt arayan Harezmşahlar ile
birlikte 1230 yılına doğru gelmiş olabileceğini söyler (Cahen, 1970: 195). E. Ruhi
Fığlalı, onun Kayseri’de Battal mescidinde Evhadüddin Kirmânî (635/1238) ile
görüşmesi dikkate alınırsa, Anadolu’ya gelişinin en geç 1220 dolaylarında olacağını
söyleyerek Cahen’e muvafakat eder. Hacı Bektaş Velî de, muhtemelen göçebe kültür
yapısına mensup diğer Türkmen babaları gibi, kendisine bağlı bir Türkmen oymağının
başında Anadolu’ya gelmişti. Türkmen oymakları, o dönem de genellikle (Dede
Garkın’a bağlı Garkın oymağı örneğinde olduğu gibi), başlarındaki şeyhin/önderin
ismiyle anılmaktaydı. Hacı Bektaş Velî’nin beraberinde de kendi ismini taşıyan
Bektaşlu oymağı bulunuyordu. Nitekim, Osmanlı tahrir defterlerine bakıldığında,
Hacı Bektaş Velî’ye bağlı geniş bir Bektaşlu oymağının bulunduğu görülmektedir
(Ocak, 1996a: 455). Bu boy ve oymakların tamamı, o koşullarda henüz tam olarak
Müslüman olmamış ve İslam kültürünü de özümseyememişti (Mélikoff, 1998b: 2).
Bu süreç içinde Hacı Bektaş Velî, Anadolu’yu sarsmış olan Babaîler
ayaklanmasına fiilen katılmamış olsa bile, Baba İlyas ile olan ilişkisinden dolayı,
Selçuklu kuvvetlerinin ayaklanma sonrası başlattığı takibattan kurtulabilmek
için bir süre izini kaybettirmiş olmalıdır. Daha sonra ise, Anadolu’da ortalık biraz
durulduğunda, bugün adına Hacıbektaş denilen Sulucakarahöyük’te ortaya
çıkmıştır. Bu ortaya çıkışın, Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ölümü ve arkasından
Moğolların Anadolu’ya gelip Anadolu’nun Moğol hâkimiyeti altına girişinden, yani
yaklaşık olarak 1250’li yıllardan sonra gerçekleştiği tahmin edilebilir (Ocak, 1996a:
456). Hacı Bektaş Velî, bundan sonra yaşamını burada devam etmiştir.
Hacı Bektaş Velî’nin bu süreçte Sulucakarahöyük’ü yer olarak seçmesi ile ilgili
olarak değişik nedenler ileri sürülebilir. Türkmenlerin bu civarda kalabalık gruplar
halinde yaşayıp, Türkmen kültür ve geleneğini yaşatmış olmaları, bunun bir sebebi
olarak görülebilir. Yine buranın Konya, Kırşehir ve Kayseri gibi önemli kültür ve
siyaset merkezlerine yakın oluşu da, Hacı Bektaş Velî’nin bu tercihinde etkili olmuş
olabilir (Mürsel Öztürk, 1987a: 886).
Onun Sulucakarahöyük’e yerleştiği dönem, Anadolu’nun neredeyse
bütünüyle karışıklık ve kaos içinde olduğu bir dönem olmakla birlikte, aynı zamanda
Mevlânâ, Ahi Evran, Baba İlyas ve Yunus Emre gibi Türk kültür ve düşünce hayatını
derinden etkilemiş olan önemli düşünür ve sûfîlerin yaşamış olduğu bir dönemdir.
O, muhtemelen şeyhi Baba İlyas gibi, İslam öncesi eski Türk kültür ve inançlarıyla
yoğrulmuş ve yorumlanmış bir İslam anlayışını müritlerine öğretmekteydi. Bu şekilde o,
Türk kültürü ve İslam inanışını ayrılmaz bir biçimde kaynaştırıp ortaya yepyeni bir
anlayış çıkarmıştır.
Hacı Bektaş Velî, Babaîler isyanından sonra yerleştiği Sulucakarahöyük’te bir
dergâh kurmuş, bundan sonraki hayatını Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasına
adamıştır. Burada bir Türkmen şeyhi olarak öncelikle kendi cemaati içinde
mürşitlik görevini sürdürmüş, pek çok öğrenci ve derviş yetiştirmişti. Yetiştirdiği bu
öğrencilerini Anadolu’nun Türk hâkimiyetinde bulunan çeşitli yerlerine göndererek
hem İslamlaşma faaliyetlerini sürdürmüş, hem de çağdaşı olan önemli sûfîlerle de
ilişkilerini canlı tutmuştu5. Diğer taraftan, Ürgüp yöresindeki Hristiyanlarla da çok
sıkı ilişkiler geliştirip onların İslamiyet’e girişine zemin hazırlamıştı. Yine bu arada
Anadolu’yu işgal eden Şamanist Moğolların İslam’ı kabul etmeleri için de halifelerini
dört bir yana yolluyordu. O, hitap ettiği Türkmen kitlelerine İslamî inançlarını -tıpkı
Ahmed Yesevî gibi- karmaşık felsefi izahlardan uzak, basit ve anlaşılır bir dille, ahlaki
birtakım öğütlerle de bunları harmanlayarak akılcı bir tarz ve üslupta açıklamıştır
(Fığlalı, 2006: 133-147; Mélikoff, 1998a: 88-148; Sarıkaya, 2003a: 177-182; Y.
Nuri Öztürk, 1997: 99-100). Yine onun sunmuş olduğu İslam anlayışı, tasavvufî
düşüncenin yapısından kaynaklanan geniş bir hoşgörüye dayalı, özellikle yeni
Müslüman olanları birdenbire eski kültür çevrelerinden koparmadan ve bununla
birlikte İslam’ın özünü de bozmadan, onların eski inançlarını kendi bütünlüğü
içinde değerlendiren uzlaşmacı bir din anlayışıydı. O, İslam’ı tasavvufî bir maya
ile yoğurup yaşadığı dönemin sosyal ve siyasi şartları içinde, hitap ettiği çevrenin
psikolojik ve dinî ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmasını bilmiş, bu yüzden
haklı olarak Anadolu’nun “evtâd-ı erbaa”sından biri olmuştur (Fığlalı, 2006: 161).
Bu yönleriyle onun, Ahmed Yesevî’nin Orta Asya’daki rolünü Anadolu’da devam
ettirdiği söylenebilir (Birge, 1965: 33-51; Mélikoff, 1998b: 1-7; Çetinkaya, 1999:
343-356; Ocak, 1996a: 456).
Hacı Bektaş Velî’nin sahip olduğu bu özellikler, hem içinde bulunduğu
Türkmen kitlelerini İslamiyet’e bağlamış, hem de Anadolu’da İslamlaşma noktasında
önemli roller oynayarak Müslim ve gayri Müslim topluluklar arasında yakınlaşma
ortamının doğmasına yol açmıştı. Öyle ki, bölge Hristiyanlarının ona büyük bir
sempati besleyip yakınlık duyduğunu ve kendisini Aziz Haralambos adıyla takdis
ettiklerini görmekteyiz. Yine o, Babaîler ayaklanmasından sonra gizlenerek sağ
kalmış olan bazı Baba İlyas halifeleri ile dağılıp parçalanan konar-göçer Türkmen
topluluklarını bir araya getirmiş, problemleri çözme adına barışçı ve uzlaşmacı bir
yol takip ederek Türkmen topluluklarının yerleşik düzene geçişi için çaba harcamış,
böylece Anadolu’daki birlik ve beraberliğin sağlanmasına yönelik önemli bir adım
atmayı başarmıştır. Bu şekilde de Hacı Bektaş dergâhı, Babaîler ayaklanmasından
sonra dağılan Türkmen zümreleri için bir emniyet ocağı haline gelmiştir. Bu ocakta
üretilen aydınlık düşünce iklimi, toplumun bütün kesimlerine ışık tutmuş, bu
nedenle sadece Türkler ve Müslümanlar değil, diğer din mensupları da bu düşünce
ikliminden faydalanmışlar ve bunun etki alanına girmişlerdir.
Yine Hacı Bektaş Velî, Fars kültürünün hâkim olduğu bir dönemde, yaşadığı
bölgede Türk dil ve irfanını işleyerek, Türk kültür ve edebiyatının gelişmesine önemli
katkı sağlamıştır. Böylece Hacı Bektaş Velî, Konya merkezli Mevlevîliğe ve İran’dan
gelen Fars kültür hâkimiyetine karşı Türk dil ve kültürünü diriltmek amacıyla büyük
mücadele vermiştir. Bundan dolayı o, Fars kültürü ve sanatına hayran olan yüksek
tabakanın daha çok rağbet ettiği ve felsefesi daha ağır olan Mevlânâ ve çevresinden
ziyade, şehirli ve köylü esnafın, zanaatkârın ocağı durumundaki Ahi Evran ve Ahilerle
daha sıcak ve samimi münasebet içinde olmuştur (Fığlalı, 1996: 328). Hacı Bektaş
Velî, Sulucakarahöyük’te bu şekilde yaşayarak buradaki dergâhında 63 yaşında iken
ömrünü tamamlamıştır (669/1271) (Fığlalı, 2006: 118-120; Gündoğdu, 2007:
153-154).
Hacı Bektaş Velî, zaviyesinde bulunan kadınlardan yol evladı (manevi kızı)
olan Hatun Ana’ya el vermiş, yani çağrısını kendisinden sonra ona emanet etmişti.
Bu yüzden onun velâyetinin tanığı, Hatun Ana idi. O da, bunları Abdal Musa’ya
vasiyet etmişti (Âşıkpaşazâde, 1332/1914: 205-206; Eröz, 1977: 58; M. Fuat
Köprülü, 1989: 419-420). Böylece tarikat, Hatun Ana’dan Abdal Musa vasıtasıyla
devam etmiştir.
Hacı Bektaş Velî, bunları yaparken hiç kuşkusuz yeni bir öğreti inşa etmeye
çalışmış ve bu çerçevede bazı kuramsal esaslar da ortaya koymuştur; Cengiz
Gündoğdu’nun ifadesiyle, kendi döneminde bu öğreti, henüz kurumsallaşmamıştır.
Yani Hacı Bektaş Velî, yaşadığı sürece Bektaşîlik şeklinde bir tarikat kurmuş değildir
(Gündoğdu, 2007: 206). Bektaşîlik tarikatı, onun adına XVI. yüzyılda kurulmuş ve
sonraki yıllarda da Osmanlı toplum yaşamının her alanına etkisi büyük olmuştur.
Bektaşîliğe bugünkü yapısını kazandıran kişi, Pîr-i Sânî (ikinci pîr) olarak kabul
edilen Balım Sultan (922/1516)’dır. Balım Sultan, XVI. yüzyılda Bektaşîliği yeni
baştan düzenleyip bugünkü bilinen hüviyetine kavuşturan önemli bir mutasavvıftır
(Faroqhı, 2003: 188-190; Fığlalı, 2006: 162-169; Birge, 1965: 56-58; Yaman, 2007:
193-195; Ocak, 1992: 17-18). Böylece Hacı Bektaş Velî, Mélikoff’un ifade ettiği
gibi, Bektaşîliğin esin kaynağı olmaktadır (Mélikoff, 2007: 13).
Hacı Bektaş Velî, tasavvufî, dinî ve ahlakî konularda Türkçe, Arapça ve
Farsça olmak üzere pek çok eser yazmıştır. Bunlar, Ahmed Yesevî’nin Dîvân-ı
Hikmet’ini örnek alarak Farsça yazmış olduğu Kitâbu’l-Fevâid, Makâlât, Türkçe
bir eser olan Şathıyye ile ona ait olduğu söylenen Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı
Ayniyye6 , Fatiha Suresi Tefsiri, Şerh-i Besmele, Hurde-nâme ve Üssü’l-Hakîka gibi
eserlerdir (Fığlalı, 2006: 131-133; Gölpınarlı, 1997: 266-268; Noyan, 1985: 28-
31; Gündoğdu, 2007: 36-56; Ocak, 1996a: 457; Mürsel Öztürk, 1987a: 892-894).
Eserlerinde tüm insanlara karşı sonsuz sevgi duyan, yetmiş iki milleti aynı gözle
gören ve onlara büyük bir hoşgörüyle bakan Hacı Bektaş Velî, öz olarak, din, dil ve
ırk farkı gözetmeksizin tüm insanlara saygı ve hürmet gösterilmesini, bunun yanında
hayvanlara bile kötülük yapılmamasını öğütlemektedir. Alçakgönüllülük, hoşgörü
ve insanlara hizmet aşkı, Hacı Bektaş Velî’nin en önemli özellikleri arasındaydı. Bu
yüzden günümüzde Anadolu’da halk kitleleri arasında bıraktığı kalıcı ve derin izlerle
anılmaktadır7.
2) Ahi Evran
Büyük bir halk düşünürü olan Ahi Evran’ın asıl ismi, Mahmud b. Ahmed’dir.
İran’ın Batı Azerbaycan bölgesindeki Hoy Kasabası’na XI. yüzyılda gelip yerleşen
Türkmen bir ailenin çocuğu olarak 566/1171 yılında dünyaya gelmiştir. Doğmuş
olduğu kasabanın isminden dolayı, “Hoî” diye anılmıştır. Künyesi hakikatlerin babası
anlamına gelen Ebû’l-Hakâık, lakabı ise İslam’a ve Müslümanlara yaptığı hizmet ve
katkılardan dolayı Nasîruddîn’dir. Ahi şecerelerinin çoğunda da Nimetullah adıyla
anılır. Ahi Evran’ın gerçekleştirdiği faaliyetler ve verdiği mücadelenin büyüklüğüne
göre hakkında bilinenlerin çok az olduğu ve gerçek kişiliğinin menkıbeler arasında
kaybolduğu görülür. Bu yüzden mitolojik/efsanevi kişiliğinin bir işareti olarak, daha
çok “gök, kâinat” ve “yılan, ejderha” gibi anlamlara gelen Evran ismi ile anılmıştır.
Çocukluğu ve ilk tahsil devresi memleketi olan Azerbaycan’da geçen Ahi
Evran, gençliğinde Horasan ve Maveraünnehir bölgesine giderek orada eğitim
görmüş, dönemin önemli alim ve düşünürlerinden ders alarak yetişmiştir; ders
aldığı ünlü alimlerden biri, meşhur Eş’arî kelâmcısı Fahreddin Râzî (606/1210)’dir.
Ahi Evran, ondan hem dinî hem de beşerî ilimleri öğrenmiştir. Ayrıca tıpkı Hacı
Bektaş Velî gibi, Türkistan’ın manevi pîri olan Ahmed Yesevî’nin yetiştirdiği
talebeler vasıtasıyla tasavvufu tanımış, yine fütüvvet teşkilatının marifet pîri ve
önemli bir düzenleyicisi olan meşhur mutasavvıf Şihâbüddin Ömer Sühreverdî
(632/1234)’nin sohbetlerine katılarak ondan istifade etmiştir. Böylece gönül ilmi
olan tasavvuf yanında tefsir, hadis, fıkıh, kelâm gibi İslami ilimler ile felsefe ve tıp gibi
müspet ilimlerde döneminin sayılı düşünürleri arasında yer almıştır. Onun, yaşadığı
dönemin siyasî ve fikrî akımları içerisinde çok önemli ve etkili faaliyetler icra etmiş
bir şahsiyet olduğu anlaşılmaktadır.
Ahi Evran, XIII. yüzyıl başlarında Moğol istilasının önünden kaçarak önce
Bağdat’a gelmiş ve bir süre burada kalmıştı. Yine bir hac yolculuğu esnasında
Fahreddin Râzî’nin talebelerinden biri olan Evhadüddin Kirmânî (635/1238)
ile tanışmış, ondan çok etkilenerek onun talebeleri arasına katılmıştır. Ahi Evran,
Bağdat’ta iken fütüvvet teşkilatının ileri gelen şeyhleri ile görüşmeler yapmıştı. Onun
çok yönlü kişiliğinin oluşumunda Bağdat’ın ve Bağdat’taki sosyo-kültürel ortamın
ciddi anlamda rolü olduğu anlaşılmaktadır. Bu arada İbn-i Sinâ ve Sühreverdî gibi
önemli filozof ve sûfîlerin eserlerini çok iyi okumuş ve bu bilginlerin bazı eserlerini
de Farsçaya tercüme etmişti. İhvân-ı Safâ risalelerinden de geniş ölçüde yararlandığı,
onları çok iyi mütalaa etmiş olduğu eserlerinden anlaşılmaktadır. Bu durum, Mikail
Bayram’ın ifade ettiği gibi, Ahi Evran’ın dinî ilimlerin yanı sıra tabiat ilimleri alanında
da derinleşmiş olduğunu göstermektedir8.
Bu sırada Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykavus, Bağdat’a Abbasi halifesine
elçi olarak Mecdüddin İshak’ı göndermişti. Mecdüddin İshak’ın Bağdat’ta bir süre
kalıp fütüvvet pirleriyle yaptığı görüşmeler sonucunda, onları Anadolu’ya davet
etmesi üzerine, Ahi Evran, hocası Evhadüddin Kirmânî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî
(638/1240) ve Ebû Cafer Muhammed el-Berzaî ile birlikte Anadolu’ya geçmişlerdi
(602/1205). Ahi Evran, bir müddet Denizli’de ikamet etmiş ve Sultan Alaaddin
Keykûbât’ın daveti üzerine Konya’ya geçmişti (625/1227). Alaaddin Keykûbât’ın
Ahilerle son derece iyi ilişkiler içerisinde olması sonucunda, Ahilik başta Konya
olmak üzere Anadolu’nun pek çok ilinde daha rahat yayılma imkanına kavuştu.
Burada bulunduğu sürece gayet huzurlu bir yaşam süren Ahi Evran, Alaaddin
Keykûbât’tan sürekli destek ve himaye görmüş ve bu arada yazdığı bazı eserleri de
sultana ithaf etmiştir9.
Daha sonra Ahi Evran, hocası ve kayınpederi Evhadüddin Kirmânî ile
birlikte Anadolu’yu şehir şehir, kasaba kasaba gezerek Ahilik teşkilatının kuruluşunda
ve yayılışında çok önemli rol oynamıştır. Bu yüzden sonraki dönemlerde Ahilerin
piri olarak anılacaktır. O, aslında Anadolu’da Ahilik teşkilatını, o dönemde İslam
dünyasında yaygın olan fütüvvet anlayışı çerçevesinde, bu geleneğe dayalı olarak
örgütlemiş ve Selçukluların da destek vermeleri ile tüm Anadolu coğrafyasına
yaymıştır. O dönemin sosyo-kültürel, politik ve ekonomik şartları, Ahiliğin kısa
zamanda gelişmesi ve güçlenmesini hızlandırmıştır. Böyle bir organizasyonu
gerçekleştirmesi, onun çok yönlü bir insan olup içinde bulunduğu çağı aşan, yani
büyük bir öngörü ile çağının ilerisinde bir düşünce yapısına sahip olan bir düşünür
olduğunu gösterir. Ayrıca karizmatik, mücadeleci ve dinamik bir şahsiyete sahipti.
Bu yüzden yaklaşan Moğol tehlikesine karşı Anadolu insanlarının güçlenip
teşkilatlanmaları için çalıştı. Ahi Evran’ın önemli özelliklerinden biri de, gittiği ve
bulunduğu yerlerde alimler, devlet büyükleri ve yörenin sevilen insanlarıyla çabuk
kaynaşması, onlarla dost olarak Ahiliğin gelişmesi için onların maddi ve manevi
desteklerinden istifade etmesini bilmesidir (Çalışkan-İkiz, 2001: 3-4).
Evhadüddin Kirmânî’nin vefatı üzerine Ahi Evran, Kayseri’ye yerleşmiş
ve hocasının yerine geçerek onun misyonunu sürdürmüştü. Hem esas mesleği ve
geçim kaynağı olan debbağlık (deri işçiliği) ile uğraşmaya, hem halkı irşada, hem de
Ahilik teşkilatını geniş çapta yaymaya devam etmişti. Debbağlık yaparak geçimini
temin eden Ahi Evran, büyük bir deri imalathanesi açmış ve burada çok sayıda işçi
çalıştırmıştı. Bu yüzden özellikle sanat sahibi kimseler arasında çok sevilmekteydi.
Ahi Evran’ın yaşadığı dönemde kendisi ile ilgili Ahi Evran isminin kullanılıp
kullanılmadığı bilinmemekle beraber, sonraki dönemlerde yaygın bir biçimde bu
isimle anılarak adeta Ahilikle özdeşleşmiştir.
Bu süreçte Türkmenler tarafından Ulu Alaaddin diye anılan ve Ahiliğin
Anadolu’da yayılmasında önemli katkıları olan Alaaddin Keykûbât’ın, oğlu II.
Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından öldürülmesi, Ahilerin bu sultana tavır alarak
tepki göstermelerine yol açmıştı. Yeni sultan, veziri Sadettin Köpek’in de etkisiyle,
iktidarına karşı oldukları gerekçesi ile pek çok Ahi ve Türkmen zümresini öldürtüp
bazı ileri gelenlerini tutuklatıp hapsetmişti. Hapse atılanlar arasında Ahi Evran da
vardı. Ahi Evran, bu şekilde beş yıl (637-642/1240-1245) tutuklu kalmıştı. Bu yüzden
Ahilerin birçoğu, merkezden ayrılarak Batı Anadolu gibi merkezden uzak bölgelerde
faaliyet göstermeye başlamışlardı. Daha sonra II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ölümü
üzerine (642/1245), saltanat naibi sıfatıyla idareyi ele geçiren Celâleddin Karatay,
hapisteki bütün Ahileri, bu arada Ahi Evran’ı da serbest bırakmıştı (Haşim Şahin,
2006: 303). Ahi Evran, bunun üzerine tekrar Denizli’ye giderek orada bir yıl kadar
bahçıvanlık yapmıştı. Cahen’in Anadolu’daki ilk Ahilerin Denizli-Isparta bölgesinde
yaşadığını belirten bulgularını dikkate aldığımızda Ahi Evran’ın Denizli’ye gidişi
daha bir anlam kazanır (Cahen, 1986: 592).
Ardından Sultan II. İzzeddin Keykavus, Ahilerle yakın ilişki içinde olmuş Ahi
Evran’ı ve Konya’yı terk eden diğer Ahileri yakın dostu Sadreddin Konevî aracılığı ile
Konya’ya çağırmıştı. Böylelikle sultanın davetiyle tekrar Konya’ya dönen Ahi Evran,
“Letâifu’l-Hikme” adlı eserini sultana sunmuştu. Ancak ne var ki, onun Konya’daki
ikameti uzun sürmemiş, Şems-i Tebrizî’nin ölümü (645/1247)’nden, Mevlânâ’nın
oğlu Alaeddin Çelebi ile bazı Ahilerin sorumlu tutulmaları nedeniyle, Ahi Evran
bir daha dönmemek üzere Konya’dan ayrılmıştı. Ardından Hacı Bektaş Velî’nin
yaşadığı Kırşehir’e gelmiş ve ömrünün son on beş yılını burada sürdürmüştü. Ahi
Evran, burada Tabsıratu’l-Mübtedi, Menâhic-i Seyfî, Metâilu’l-İman gibi eserlerini
kaleme almıştı (Bayram, 1995: 75-85; Haşim Şahin, 2006: 303). Onun eserlerinde
görülen en başarılı yönü, anlatılması zor olan karmaşık konuları, kolay ve halkın
anlayabileceği bir şekilde anlatabilmeyi başarmasıdır.
Moğollar, Ahi Evran’ın Ahi ve Türkmenler üzerindeki nüfuzunu kendileri
için ciddi bir tehdit olarak algılıyorlar; bu yüzden ne pahasına olursa olsun onun
öldürülmesini istiyorlardı. IV. Kılıçarslan’ın yönetimi ele geçirmesinden sonra
Moğolların baskısıyla yaptığı atamalar neticesinde, Ahiler’in Türkmenlerle beraber
direnişe geçmeleri sonucunda, bu fırsat onların eline geçmiş oldu. Bu esnada
Moğollara karşı en güçlü direniş, Kırşehir’de ortaya çıktı. Ahi Evran ve arkadaşları,
kahramanca mücadele verirken IV. Kılıçarslan ve Moğolların baskısıyla Kırşehir
emiri Nurettin Caca tarafından Ahi Evran, pek çok arkadaşıyla birlikte öldürüldü
(659/1264). Ahi Evran’ın doksan üç yıl yaşadığı rivayet edilmektedir (Aksarâyî, 1943:
75; Bayram, 1991: 73-110; Köksal, 2006: 5-14; Çalışkan-İkiz, 2001: 1-4; Çağatay,
1982: 423-435; Bayram, 1978: 658-668; Bayram, 2004: 37-57; Özköse, 2003: 265;
Altınok, 2004: 66-67; İlhan Şahin, 1988: 529-530). Kendisi ile ilgili rivayetlerden
hareketle, çok iyi bir mutasavvıf olduğu, pek çok kerametinin bulunduğu10 ve bu
çerçevede hakkında bir menâkıbın da yazılmış olduğu anlaşılmaktadır11.
Ahi Evran, Anadolu’da hem Hacı Bektaş-ı Velî, hem de Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî (672/1273) ile aynı dönemde yaşamıştır. Onun debbağlık mesleğini icra
ettiğine dair an’ane, debbağ esnafının pîri olarak yüceltilmesine sebep olmuştur. Bu
bakımdan Türk debbağlarının silsilenâmeleri kendisine dayandırılmıştır. Osmanlı
Devleti döneminde Ahi Evran’ın esnaf zümresi arasında pîr olarak kazandığı itibar,
bütün Anadolu, Rumeli, Bosna ve hatta Kırım’a kadar yayılmıştır. Bu yüzden Ahi
Evran zaviyesi, XX. yüzyılın başlarına kadar esnaf zümrelerinin üzerindeki manevi
tesirini devam ettirmiştir (M. Fuat Köprülü, 1999: 89-90; Bayram, 1991: 135-136;
Fığlalı, 2006: 93-96; Çağatay, 1989: 90-93; Sarıkaya, 2002: 68-73; Güllülü, 1977:
124-149; Köksal, 2006: 53-58; Taeschner, 1972: 203-235; Gölpınarlı, 1952: 6-354;
Ocak, 2006: 438-439; Günay, 1998: 69-71; Taeschner, 1953-1954: 11-15; İlhan
Şahin, 1988: 530)12.
3) Hacı Bektaş Velî ile Ahi Evran İlişkisi
Hacı Bektaş Velî ile fütüvvet ehlinin ulusu Ahi Evran arasındaki ilişkiye
gelince, her şeyden önce aralarında çok yakın ve canlı bir ilişkinin olduğunu söylemek
mümkündür. Her iki ulu şahsiyete daha yakından bakıldığında, aralarında ortak
olan bazı noktaların bir hayli fazla olduğu görülür. Zira her ikisi de, aynı dönemde
ve aynı sosyo-kültürel özelliklere sahip bir çevre içinde yaşamışlardır. Yine iki ulu
şahsiyet de, köken olarak Türkmen olup Türkmen oymaklarından geliyorlardı. İkisi
de, Asya içlerinden, özellikle Horasan orijinli olup Moğol istilasının önünden kaçan
Türkmen kitleleriyle birlikte Anadolu’ya gelmiş, Anadolu’nun içinde bulunduğu
kargaşa ve kaos ortamında yaşamış ve yaşamları boyunca insanlara bu ortamdan çıkış
yollarını göstermişler, bunun mücadelesini vermişlerdi. Yine hem Hacı Bektaş Velî,
hem de Ahi Evran, tasavvuf kültürü içinde yetişmiş olup dönemlerinin önde gelen
sûfîleridirler. Tüm bu etkenlerin, her iki lideri, birbirine yakınlaştırdığı söylenebilir.
Öncelikle Hacı Bektaş Velî ile Ahi Evran’ın görüştükleri yer olan Kırşehir
ile ilgili bilgi verelim. Hacı Bektaş Velî, eski ismiyle Karahöyük, bugünkü adıyla
Hacıbektaş’a geldiği zaman Kırşehir’in adı Gülşehri olarak bilinmektedir (Vilâyetnâme,
vr. 107b). Vilâyetnâme’ye bakıldığında her iki lider, Kırşehir yakınlarındaki
Gölpınar denilen yerde sürekli görüşmüşlerdir. XIII. yüzyılın ilk yarısıyla XIV.
yüzyılın başları, Kırşehir’in kültürel ve ekonomik yönlerden geliştiği bir zaman
sürecidir. Aynı zamanda bu dönem, Anadolu için Moğol istilasına rastlayan talihsiz
bir dönem olmasına rağmen Kırşehir, o dönemde cami, mescit ve medrese gibi
eğitim kurumlarıyla dolu gelişmiş sosyal bir şehirdir. Burada bilginler, müderrisler
ve güzel ahlak sahibi erdemli insanlar yaşamaktadır. Ahilerin piri sayılan Ahi Evran
da XIII. yüzyılın ilk yarısında Anadolu’ya gelmiş ve önce Denizli’de kalmış, ardından
Konya ve Kayseri’ye geçerek, sonunda Kırşehir’e yerleşmişti13. O, Vilâyetnâme’deki
ifadesiyle, Fütüvvet ehlinin serveri ve serçeşmesi (Fütüvvet ehlinin ulusu) idi (Vilâyetnâme,
vr. 107b). Bununla birlikte aslını, neslini ve nerede doğduğunu kimse
bilmezdi; çünkü o, büyük gayb erenlerindendi, bu yüzden onun sırrını kimse
bilmezdi. Anadolu’da onun tanınıp bilinmesini sağlayan kişi, meşhur sûfî Sadreddin
Konevî (673/1274) idi (Vilâyet-nâme, vr. 107b-110a; Vilâyet-nâme, 1995: 50-51;
Velâyetname-i Hacı Bektaş Veli, Trz: 154-157; Bayram, 1983: 51-75). Yine Ahi
Evran, velâyet erenlerinden olup gün gibi açık pek çok kerameti vardı, bu yüzden
Vilâyetnâme’de ona sık sık Ahi Evran Padişah denilerek yüceltildiği görülür (Vilâyetnâme,
vr. 107b ).
Vilâyetnâme’deki bu ifadelere göre, Kırşehir’de o esnada kaos ve kargaşadan
uzak güvenli ve huzurlu bir ortamın oluştuğu anlaşılmaktadır. O dönemde Konya
başta olmak üzere, Anadolu’nun önemli diğer illerinden olan bazı alim ve bilginlerle
tüccar ve mutasavvıflar, Kırşehir’e gelerek yerleşmiş ve burada medrese, dergâh ve
ticarethane gibi önemli sosyal kurumların açılmasını sağlayarak bölge halkına yön
vermişler, onların dinî, ilmî ve sosyal yönlerden gelişmelerine katkıda bulunmuşlardır.
Ahi Evran ile ilgili Vilâyetnâme’deki pasajlara bakıldığında, konunun Hacı
Bektaş Velî’nin Ahilerle ilişkisi çerçevesinde ele alındığı görülür. Hacı Bektaş Velî,
Ahi Evran’dan on-on beş yaş küçük olmakla birlikte, aralarında çok yakın, sıcak
ve samimi bir ilişki olduğu, ikisinin birbirini derin bir muhabbet bağıyla sevdiği
ifade edilir (Vilâyetnâme, vr. 107b). Böylece ikisinin arasında sıkı bir dostluk ve
gönüldaşlık bulunduğu anlaşılır. Öyle ki Hacı Bektaş Velî’nin en yakın dostlarından
biri, Ahi Evran’dır. Vilâyetnâme’de zaman zaman ifade edilen bu ilişki, Ahi Evran’ın
bir sohbet esnasında “Her kim, bizi şeyh edinirse onun şeyhi, Hacı Bektaş Hünkâr’dır”
diyecek kadar dostane ve samimidir (Vilâyet-nâme, vr. 107b). Aslında bunun biraz
düşünüldüğü zaman çok da şaşırtıcı bir şey olmadığı anlaşılır. Zira aynı sosyo-kültürel
çevrede yaşayıp faaliyet gösteren iki ulu kişinin, birbirleriyle yakın bir dayanışma
içinde olmaları kaçınılmazdır. Bu yüzden yaşadıkları dönemde ortak bir dinî/siyasi
düşünüş ve anlayış içinde olmuşlar ve Anadolu’yu işgal eden Moğol güçleri ile yerli
iş birlikçilerine karşı çıkarak mücadele vermişlerdir.
Bu çerçevede Ahilerin Kayseri’de Moğollara karşı şehri savunmaları
esnasında Hacı Bektaş Velî’nin orada bulunması muhtemel olup bu esnada Konya’da
tutuklu olan Ahi Evran ile gizli bir şekilde yazışıp haberleşmelerde bulunmuş
olmaları muhtemel görünmektedir (Birdoğan, 1990: 80).
Vilâyetnâme’deki bu anlatımlar, bu iki ulu şahsiyetin aynı kaynaktan
beslendiklerini göstermektedir. Bu yüzden sık sık bir araya gelip Kırşehir
yakınlarındaki Gölpınar denilen yerde görüştükleri görülmektedir (Vilâyet-nâme,
vr. 111b-112b, 115a-115b; Vilâyet-nâme, 1995: 51-53; Velâyetname-i Hacı Bektaş
Veli, Trz: 175, 181-182). Bu durum da, onların yaşamlarının yalnızca güvencede
olduğu dönemlerde, rahat ve güvencede olduğu günlerde görüşmüş olduklarını
akla getirmektedir. Özellikle Ahi Evran’ın Hacı Bektaş Velî’ye göre çok daha sıkıntılı
günler geçirmiş olduğunu düşünürsek, bu söylediklerimizin makul olduğunu kabul
etmemiz gerekir. Zira Ahi Evran, 1240 tarihinde tutuklanıp beş yıl tutuklu kaldıktan
sonra 1245’te serbest kalmış, ardından 1247’de Şems-i Tebrizî’nin öldürülmesinden
hemen sonra Mevlânâ’nın büyük oğlu Alaaddin Çelebi ile Konya’yı terk ederek
Kırşehir’e gelmişti. Buraya yerleştikten sonra da rahat bir yaşam sürememiş, zira
sürekli Moğolların ve Kırşehir valisi Nureddin Caca’nın korkusu ile yaşamış ve
nihayet Moğollar ile Nureddin Caca’nın girişimiyle öldürülmüştü (659/1264). Bu
yüzden hayatının, özellikle son yıllarında pek rahat ettiğini söyleyemeyiz. Durum
böyle olunca Vilayetnâme’deki yakın arkadaşlık ve uzun dostluğun açıklamasını
yapmakta ilk anda biraz zorlanır gibi oluyoruz. Bu yüzden de araştırmacı Nejat
Birdoğan’ın ifadesiyle, “Belki bu dostluk, çok önceden daha Anadolu’ya geliş
yıllarından başlamaktadır”(1990: 80) diyebiliriz.
Hacı Bektaş Vilâyetnâmesi, her iki liderin pek çok kez bir araya geldiğini
ifade ederek, aralarında geçen bazı diyalogları kendine özgü ve akıcı bir dille bize
aktarmaktadır. Örnek olarak bunlardan biri şöyledir;
“Bir defasında Hacı Bektaş, Ahi Evran’ı görmek için Kırşehir’e hareket etmiş;
bu hâl, Ahi Evran’a malum olmuş; sonra o da gelip Kırşehir’in yakınındaki tepenin
üstünde birbirleriyle buluşmuşlar, oturup sohbet etmişler, bu sırada Ahi Evran,
‘Erenler Şahı, ne olurdu burada bir pınar olsaydı da abdest almaya, içmeye yarasaydı’
demiştir. Bunun üzerine Hünkâr, eliyle işaret edip bir yeri eşmiş; arı duru güzelim bir
su çıkmış ve akmaya başlamıştı. Ahi Evran, bu defa ‘Erenler Şahı, bir gölgelik ağaç da
olsa, sıcak günlerde gölgelenilirdi’ dediğinde Hünkâr ululuğu, ‘Ne ola Ahi’m’ demişti.
Ahi Evran’ın kavak ağacından kesilmiş bir sopası vardı, bunun üzerine bir yeri kazmış,
onu da alıp oraya dikmiş, bir anda ortalık yeşerip yapraklanmıştı. Bu olaydan sonra
bir müddet daha sohbet etmişler, sonra vedalaşmışlardı.
Bu kavak ağacı büyümüş büyük gölgelik bir ağaç haline gelmiş ve uzun yıllar
yaşamış, ayrıca o pınar da uzun zaman akmıştır. Sonra Kırşehir’e biri gelip o ağacı
kesmiş ve evinde kullanmış; Ahi Evran oğulları, durumu anlayıp ona ‘İyi etmedin, bu
yaptığın sana hayır getirmez, orası Ahi Evran Padişah ile Hünkâr Hacı Bektaş Velî’nin
oturup sohbet ettikleri yerdi, orası âşıkların, muhiplerin ziyaret yeriydi’ demişlerdi.
Gerçekten de bir süre sonra o adam ölmüş, evi de yıkılmıştı, bununla birlikte ağacı
kesenler için de iyi olmamış, onlara da bu iş, iyilik getirmemiş, aradan bir zaman
geçtikten sonra pınar kurumuştu. Fakat bu pınar yeri, bugün hâlâ bellidir” (Vilâyetnâme,
vr. 111b-112b; Vilâyet-nâme, 1995: 51-52; Velâyetname-i Hacı Bektaş Veli,
Trz: 175-177).
Ahi Mahmud b. Ahmed’in Ahi Evran lakabını nasıl aldığını ise, Vilâyetnâme
bize şöyle anlatmaktadır:
“Ahi Evran, Kayseri’de kimsenin yapamadığı türden renk renk sahtiyan
(derileri) işlemiştir. Bunları, üstü örtülü bir kapta muhafaza etmekteydi. Biri gelip
kendisinden deri istese besmeleyle elini atar, ne renkte ve kaç tane deri istiyorsa
çıkarır verir, parasını alırdı. Ne kadar deri istenirse istensin verirdi. O zaman her zanaat
ehlinden ve her dükkândan vergi (yevmü’l-kıst) almak âdetti. Gammazlar (kendisini
çekemeyenler), Kayseri sancak beyine gelip “Burada ulu bir üstad tabbâk var, işçileri
çırakları çok; her gün dilediği kadar deri satıyor, malı çok fakat vergi vermiyor,
ondan da vergi alsanız yerinde olur” diyerek onu şikâyet ederler. Bunun üzerine
Kayseri Beyi, ‘Varın o da şu kadar mal versin. Yoktur derse bu şehre geleli işlediği
derinin vergisini versin’ diyerek birkaç adam gönderir. Görevliler, gelip görürler ki
imalathanenin kapısı kapalı, ortada kimse görünmüyor. Kapıyı açıp içeri bakarlar.
Bir de ne görsünler? İmalathanenin içi evren (ejderhalar)le dolu. Hepsinin gözleri,
külhan alevi gibi parlıyor (ateş saçıyor); ağızlarını açıp kendilerine karşı kükrüyorlar.
Bunun üzerine akılları başlarından gider, korkarak kaçıp beye gelirler, gördüklerini
haber verirler ve anlarlar ki Ahi Evran, kuvvetli bir vilâyet eridir (keramet ehlidir)”
(Vilâyet-nâme, vr. 110a-110b; Vilâyet-nâme, 1995: 51)14.
Bu olaydan sonra Ahi Mahmud, “ejderha” anlamına gelen ejderin ateş gibi
parlayan gözlerinden kinaye olarak “Evran” lakabını alır, Ahi Evran olur. Ahi Evran’ın
buradaki konumu, bize eski Türk Şamanlarını hatırlatmaktadır. Zira onlar, bu şekilde
istedikleri zamanlarda istedikleri canlının kılığına girip düşmanlarını alt ederek
insanları etkiliyorlardı15. Yine buradaki Ahi Evran anlatımıyla yeni bir sentezin
ortaya çıktığı görülmektedir. Bu da Anadolu Alevîliğine temel yapısını kazandıran
eski Türk inanışları ile İslami değerlerin birbirine geçmiş, birbiriyle yoğrulmuş
ve yorumlanmış bir biçimidir. Zira bu sentez, Alevîliğin oluşum ve gelişimi için
çok önemli bir özelliğe sahiptir. Bu yüzden burada hem eski Türk inanışları, hem
de İslami değerler, yeni bir oluşumla karşımıza çıkmakta, böylece farklı ve yeni
bir durum ortaya çıkmaktadır. Vilâyetnâme’ye bakıldığında Ahi Evran, kişiliği ve
yaşantısı ile bu sentezi şahsında bütünleştirmektedir. Böylece hem eski göçebe Türk
inanış ve gelenekleri, hem de yeni yerleşik İslami değerler, yeni ve özgün bir anlayışla
karşımıza çıkmaktadır. İslam öncesi eski Türk kültür ve inançlarıyla yoğrulmuş ve
yorumlanmış bir İslam anlayışı ortaya çıkmaktadır.
Görüldüğü gibi, Hacı Bektaş Velî ile Ahi Evran’ın ilişkileri yaşadıkları süre
içerisinde, çok yakın bir boyutta seyretmiştir. Hemen her konuda birbirlerine yardım
ettikleri, sıkı bir dayanışma içerisine girerek adeta birbirlerinin gönüldaşı oldukları
görülmektedir. Bu yüzden Alevi Bektaşi geleneğinde her iki ulu şahsiyet, birbiriyle
musahip olarak kabul edilmektedir (Gülağ Öz, 1997: 115). Belki de bu yüzden Ahi
Evran’ın öldürülmesinden sonra eşi Fatma Bacı, Hacı Bektaş Velî’ye gelerek onun
himayesinde ve onun çevresinde hayatını sürdürmüştür (Bayram, 1987: 25-27).
Hacı Bektaş Velî ile Ahi Evran’ın aynı dünya görüşünü, aynı hayat felsefesini ve
bu çerçevede aynı manevi ve ahlaki değerleri paylaştıklarını söyleyebiliriz. Bu yüzden
olmalıdır ki, Vilâyetnâme’de ortaya konulan Hacı Bektaş Velî ile Ahi Evran arasındaki
bu sıcak ve samimi ilişki, bu yakın dostluk, bu dinî ve siyasi birliktelik, ister istemez
onlara bağlı olanlar arasında da etkili olmuş ve tarihsel süreçte kendini göstermiştir.
Bu durum, daha sonraları kurumlaşacak olan Anadolu Alevîliği ile Bektaşîlik
üzerinde de etkisini göstermiş, zamanla Ahiliğin Alevi Bektaşi geleneğindeki ciddi
ve derin izleri, değişik boyutlarıyla ortaya çıkmıştır. Bu noktada Bektaşîliğin, daha
ilk teşekkül ettiği dönemlerden itibaren Ahiliğin etkisi altında kaldığı söylenebilir.
Kırklar cemi ile ilgili rivayetler başta olmak üzere, şedd/kuşak bağlama,
meydan süpürme, sır saklama, yol atası/rehber, yol kardeşi/musahiplik, eşik öpme
ve aynı kâseden şerbet içme, taliplerin bilmesi gereken sual ve cevaplar ile bunların
yanında dinî ritüellerde okunan dua ve gülbanklar gibi fütüvvetnâmelerde geçen pek
çok unsur ve inanç motifi, süreç içerisinde Alevi Bektaşi çevrelere geçerek yüzyıllar
boyunca bu çevreler içinde varlığını sürdürmüştür. Buna karşılık Bektaşiliğe
Kalenderîlikten geçmiş olan çihâr darb (traş töreni) ile halifeye sofra, tuğ ve çerağ
verilmesi gibi törenler de Ahilere Alevîlikten geçmiştir16. Tüm bu veriler gösteriyor
ki, Anadolu Alevîlerinin tarih boyunca en yakın ve dostane ilişkiler kurduğu toplum
kesimlerinin başında Ahiler bulunmaktadır.
Sonnotlar
1
Firdevsî-i Rûmî veya Uzun Firdevsî diye de anılan Hızır b. İlyas, Bursa’lı olup Sultan II. Bayezid adına
yazmış olduğu Süleyman Peygamber’e ait rivayet ve hikayeleri içeren Süleyman-nâme isimli eseri ile
tanınmış olan Osmanlı yazar ve şairidir. Bu eser, bir rivayete göre 380, başka bir rivayete göre de 360
cilttir. Eserinin 80 cildi beğenilmiş olup diğer ciltler, padişahın emriyle yok edilmiştir. Bundan dolayı
çok üzülen Uzun Firdevsî, II. Bayezid’in aleyhine hicviyeler yazmıştır. Kendisine “Uzun” lakabının
verilmesinin de, eserinin uzunluğundan ileri geldiği rivayet edilmektedir. Uzun Firdevsî, hayatının
sonlarına doğru Horasan’a gitmiş ve orada ölmüştür. Süleyman-nâme dışında Deavât-nâme, Firâsetnâme,
Hadîkatu’l-Hakâık, Kutb-nâme, Hadîs-i Ahsen, Hayât ü Memât ve Satranç-nâme gibi eserler
de yazmıştır. Kutb-nâme isimli eseri, İbrahim Olgun ve İsmet Parmaksızoğlu tarafından günümüz
Türkçesine kazandırılmıştır. bk. Bursalı Mehmet Tahir, 1333: II, 357-359; Babinger, 1982: 35-37; M.
Fuat Köprülü, 1977: 649-651; Orhan F. Köprülü, 1996: 127-129.
2
Vilâyet-nâme-i Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî, Milli Kütüphane, Yazma Eserler Bölümü, Kayıt no: 215.
3
Eserin değişik nüshalarıyla ilgili geniş bilgi için bk. Vilâyet-nâme, 1995: XXIX-XXXVIII; Ocak,
1996b: 471-472.
4
Evhadüddin Kirmânî, son olarak 631/1234 yılında Anadolu’da bulunmuş ve aynı yıl ayrılmıştır. bk.
Fığlalı, 1996: 324.
5
Bu çerçevede örnek olarak Hacı Bektaş Velî-Yunus Emre ilişkisi için bk. Mélikoff, 1973: 32-36; Mürsel
Öztürk, 1987b: 763-765; Fığlalı, 1996: 331-333.
6
Söz konusu eser, Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi tarafından
edisyon kritiği yapılarak yayınlanmıştır. bk. Hacı Bektaş Velî, 2004.
7
Hacı Bektaş Velî’nin öğreti ve düşünceleri için bk. Temren, 1996: 759-761; Birdoğan, 1995: 223-236.
8
Bu yüzden Mikail Bayram, onun Selçuklular dönemi Anadolusunun en güçlü filozofu olduğunu ifade
eder. bk. Bayram, 2003: 66.
9
Ahi Evran’ın bildiğimiz eserleri şunlardır: Tabsıratu’l-Mübtedi ve Tezkiretü’l-Müntehî, (Nuru
Osmaniye Ktp. Nr. 228), Metâliu’l-İman, (Konya Yusufağa Ktp., Nr. 4866, İmanın Boyutları ismiyle
Mikail Bayram tarafından çevrilerek 1996 yılında yayınlanmıştır), Menâhic-i Seyfî, (Süleymaniye Ktp.,
Hâlet Efendi, Nr. 92), Letâifu’l-Hikme, Mürşidu’l-Kifâye, Medh-i Fakr ve Zemm-i Dünya. bk. Mecdî
Efendi, 1269: 33; Köksal, 2006: 18-23; İlhan Şahin, 1988: 529-530; Bayram, 2003: 64-66.
10
Örnek olarak, işlediği deri mamulü mallardan isteyenlere istedikleri kadar verdiği hâlde hiç azalmadığını
görenler, bunu kerametine yormuşlardır. Yine gemilere binip açık denizlere açılanlar, zor anlarında
fırtına ve korkunç dalgalar yüreklerini hoplattığa zaman yanlarında onu görmüşler ve o, Hızır’la birlikte
imdada yetişmiştir.
Bunlarla birlikte o, kervan ve kafilelerle hacca gitmediği hâlde hacılar tarafından Kâbe’de görülmekteydi.
Yine sabah namazını Kudüs’te, öğle namazını Şam’da, ikindiyi Medine’de, Yatsı’yı Kâbe’de kıldığı sonra
tekrar memleketine geldiği anlatılır. bk. Tarım, 1948: 78-80; Çalışkan, İkiz, 2001: 5. Ayrıca Ahilerin
arasında ve Ahi Evran’ın yanından uzun yıllar hiç ayrılmayan ve Kırşehir’deki tekkesinin de kendisinden
sonraki şeyhi olan Ahmed Gülşehrî, Kerâmât-ı Ahi Evran (Ahi Evran’ın Kerametleri) isimli 166 beyitlik
mesnevisinde onun evliyadan olduğunu söyleyerek değişik kerametlerini anlatmıştır. bk. M. Fuat
Köprülü, 1999: 97; Köksal, 2006: 24-45; Çalışkan-İkiz, 2001: 104-117; Gökalp, 2005: 23-37.
11
Bunu Hacı Bektaş Velî’nin Vilâyet-nâme’sinde geçen şu ifadeden anlıyoruz: “Bundan sonra Ahi Evren,
Kırşehri’ne geldi, orada yerleşti; birçok kerametler gösterdi, isteyenler menakıbında bulabilirler”. bk.
Vilâyet-nâme, vr. 110b-111a.
12
Ayrıca bunun yanında hanımı olan Fatma Bacı da, Bâcıyân-ı Rûm isimli kadınlara ait bir teşkilat
kurarak Anadolu’nun Türkleşme ve İslamlaşmasında önemli katkıları olmuştur. Bu teşkilatın Ahiliğin
kadınlar kolu olduğu anlaşılmaktadır. bk. Âşıkpaşazâde, 1332/1914: 205; M. Fuat Köprülü, 1999: 93-
94; Çetin, 1981: 143-144; Barkan, 1942: 282, 302-303; Cebecioğlu, 1991: 651-655; Bayram, 2002:
365-379; Birdoğan, 1988: 9-12; Özköse, 2003: 270-273; Orhan F. Köprülü, 1991: 415.
13
Ahi Evran, Hünkâr Hacı Bektaş Velî Hacıbektaş’a geldiğinde, Kırşehir’de değildir. bk. Velâyetname-i
Hacı Bektaş Veli, Trz: 153, 175.
14
Aynı menkıbe, biraz farklı bir tarzda Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nde de geçmektedir. bk. Evliya
Çelebi, 1314: II, 280. Ayrıca bk. Aslan, 2004: 119-127.
15
Ayrıca şaman/kamların eski Türk toplumundaki konum ve işlevleri ile olarak bk. İnan, 1995: 72-
90; Eliade, 1999: 213-290; M. Fuat Köprülü, 1970: 141-152; Güngör, 1996: 245-246. Yine Bektaşî
menâkıbnâmelerinde bulunan Şamanist kaynaklı motifler için bk. Ocak, 1983: 95-132.
16
Alevîlik ile Ahilik arasındaki ortak yönler ve karşılıklı ilişkiler için bk. Bal, 1997: 75-76; Korkmaz,
2003: 24-25; Köksal, 2006: 75-82; Birdoğan, 1990: 499-501; Baki Öz, 1996: 160-166; Sarıkaya,
2003b: 96-110; Birdoğan, 2003: 38-46; Sarıkaya, 2003c: 100-106
Kaynakça
AKSARÂYÎ, Kerimüddin (1943). Müsâmeratü’l-Ahbâr ve Müsâyeratü’l-Ahyâr. çev. F. N.
Uzluk, M. N. Gençosman. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
ALTINOK, Baki Yaşa (2004). “Yeni Vesikalar Işığında Ahi Evran Veli ve Arkadaşlarının
Sürgün ve Şehit Edilmesi”. I. Ahi Evran-ı Velî ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu. 12-13
Ekim, Kırşehir.
ASLAN, Namık (2004). “Don Değiştirme Motifi ve Ahi Evran’ın Yılan Donuna Girmesi”. I.
Ahi Evran-ı Velî ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu. 12-13 Ekim, Kırşehir.
ÂŞIKPAŞAZÂDE (1332/1914). Tevârîh-i Âli Osman. nşr. Âlî Bey. İstanbul.
BABİNGER, Franz (1982). Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri. çev. Coşkun Üçok. Ankara:
Kültür Bakanlığı Yayınları.
BAER, Gabriel (1970). “The Administrative, Economic and Social Functions of Turkish
Guilds”. International Journal of Middle East Studies, I: 28-50.
BAL, Hüseyin (1997). Alevi-Bektaşi Köylerinde Toplumsal Kurumlar. İstanbul: Ant
Yayınları.
BARKAN, Ö. Lütfi (1942). “Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu
Olarak Vakıflar ve Temlikler, I İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve
Zâviyeler”. Vakıflar Dergisi, II: 279-386.
BAYRAM, Mikail (1978). “Ahi Evren Kimdir? Gerçek Şahsiyeti ve Eserleri” Türk Kültürü,
XVI: 658-668.
BAYRAM, Mikail (1983). “Sadrü’d-din Konevî ile Ahi Evren Şeyh Nasırü’d-din Mahmud’un
Mektuplaşması” Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dergisi, II: 51-75.
BAYRAM, Mikail (1987). Bâcıyân-ı Rum (Selçuklular Zamanında Genç Kızlar Teşkilatı).
Konya: Gümüş Matbaası.
BAYRAM, Mikail (1991). Ahi Evren ve Ahi Teşkilatının Kuruluşu. Konya.
BAYRAM, Mikail (1995). Ahi Evren, Tasavvufî Düşüncenin Esasları. Ankara: Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları.
BAYRAM, Mikail (2002). “Bacıyân-ı Rum (Anadolu Bacıları) ve Fatma Bacı” Türkler, ed. H.
Celal Güzel vd. Ankara: Yeni Türkiye Yayınları.
BAYRAM, Mikail (2003). “Türkiye Selçukluları Döneminde Bilimsel Ortam ve Ahiliğin
Doğuşuna Etkisi” Türkiye Selçukluları Üzerine Araştırmalar, Konya: Kömen Yayınları.
BAYRAM, Mikail (2004). “Ahi Evren ile Alâüddin Çelebi’nin Öldürülmesi” İstem, II/3: 37-
57.
BİRDOĞAN, Nejat (1988). “Anadolu Aleviliğinde Kadın Bacılar, Bacıyan-ı Rum” Folklor
Halkbilim, IV/36: 9-12.
HARUN YILDIZ
204 TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2012 / 61
BİRDOĞAN, Nejat (1990). Anadolu’nun Gizli Kültürü Alevilik. İstanbul: Hamburg Alevi
Kültür Merkezi Yayınları.
BİRDOĞAN, Nejat (1995). “Hacı Bektaş Veli Düşüncesinde Hoşgörü” Yunus Emre,
Nasrettin Hoca ve Hacı Bektaş Veli Düşüncesinde Hoşgörü, haz. Şevket Özdemir.
Ankara: Pencere Yayıncılık.
BİRDOĞAN, Nejat (2003). “Anadolu Aleviliğinin Bugününe Ahiliğin Etkileri” Yol Dergisi,
XIII: 38-46.
BİRGE, J. Kingsley (1965). The Bektashi Order of Dervishes. London: Luzac&Co Ltd.
BURSALI MEHMET TAHİR (1333). Osmanlı Müellifleri. İstanbul.
CAHEN, Claude (1970). “Baba İshak, Baba İlyas, Hacı Bektaş ve Diğerleri” çev. İsmet
Kayaoğlu. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XVIII: 193-202.
CAHEN, Claude (1986). “İlk Ahiler Hakkında” çev. Mürsel Öztürk. Belleten, L/197: 591-
601.
CEBECİOĞLU, Ethem (1991). “Bacıyân-ı Rum” Türk Aile Ansiklopedisi, 651-655.
ÇAĞATAY, Neşet (1982). “Anadolu’da Ahîlik ve Bunun Kurucusu Ahi Evran” Belleten,
CLXXXII: 423-435.
ÇAĞATAY, Neşet (1989). Bir Türk Kurumu Olan Ahilik. Ankara: Türk Tarih Kurumu
Yayınları.
ÇALIŞKAN, Yaşar ve M. Lütfi İKİZ (2001). Kültür, Sanat ve Medeniyetimizde Ahilik.
Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.
ÇETİN, Osman (1981). Selçuklu Müesseseleri ve Anadolu’da İslâmiyet’in Yayılışı. İstanbul:
Marifet Yayınları.
ÇETİNKAYA, Bayram Ali (1999). “Bir Anadolu Ereni Hacı Bektaş-ı Veli: Hayatı, Eserleri ve
İnsan Anlayışı” Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, III: 343-356.
ELİADE, Mircea (1999). Şamanizm. çev. İsmet Berkan. Ankara: İmge Yayınları.
ERÖZ, Mehmet (1977). Türkiye’de Alevîlik Bektaşîlik. İstanbul: Otağ Matbaacılık.
EVLİYA ÇELEBİ (1314). Seyahatnâme. nşr. Zuhurî Danışman. İstanbul.
FAROQHI, Suraiya (2003). Anadolu’da Bektaşilik. çev. Nasuh Barın. İstanbul: Simurg
Yayınları.
FIĞLALI, E. Ruhi (1996). “Hünkâr Hacı Bektaş Velî (Hayatı ve Eserleri)” Erdem, VIII/ 23:
317-336.
FIĞLALI, E. Ruhi (2006). Türkiye’de Alevîlik Bektâşîlik. İzmir: İzmir İlâhiyat Vakfı
Yayınları.
GÜLLÜLÜ, Sabahattin (1977). Sosyoloji Açısından Ahi Birlikleri, İstanbul: Ötüken
Yayınları.
GÖKALP, Haluk (2005). “Ahi Evran-ı Velî’nin Menkıbevî Kişiliği” Ahilik Araştırmaları
Dergisi, I/2: 23-37.
GÖLPINARLI, Abdülbaki (1952). “İslâm ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynakları”
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, XI/1-4: 2-354.
GÖLPINARLI, Abdülbaki (1997). Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatler, İstanbul: İnkılap
Kitabevi.
GÜNAY, Ünver (1998). “Dinî Sosyal Bir Kurum Olarak Ahilik” Erciyes Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, X: 69-77.
GÜNGÖR, Harun (1996). “Türk Alevî-Bektaşî İnanışlarında Şamanlığın İzleri” Erdem,
VIII/22: 237-249.
HACI BEKTAŞ VELÎ (2004). Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniye. haz. Gıyasettin
Aytaş, Hacı Yılmaz. Ankara: Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli
Araştırma Merkezi Yayınları.
İNAN, Abdülkadir (1995). Tarihte ve Bugün Şamanizm, Ankara: Türk Tarih Kurumu
Yayınları.
KORKMAZ, Esat (2003). Ansiklopedik Alevilik-Bektaşilik Terimleri Sözlüğü. İstanbul:
Kaynak Yayınları.
KÖKSAL, M. Fatih (2006). Ahi Evran ve Ahilik, Kırşehir: Kırşehir Valiliği Kültür Yayınları.
KÖPRÜLÜ, M. Fuat (1970). “İslâm Sufî Tarikatlerine Türk-Moğol Şamanlığının Tesiri” çev.
Yaşar Altan. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XIII: 141-152.
KÖPRÜLÜ, M. Fuat (1977). “Firdevsî-i Tavîl” İslam Ansiklopedisi, IV: 649-651.
KÖPRÜLÜ, M. Fuat (1989). “Abdal Musa” Edebiyat Araştırmaları II. İstanbul: Akçağ
Yayınları.
KÖPRÜLÜ, M. Fuat (1999). Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ankara: Türk Tarih Kurumu
Yayınları.
KÖPRÜLÜ, Orhan F (1991). “Bacıyan-ı Rum” Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
IV: 415-416.
KÖPRÜLÜ, Orhan F (1996). “Uzun Firdevsî” Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
XIII: 127-129.
KUTLU, Sönmez (2006). Alevîlik-Bektaşîlik Yazıları, Ankara: Ankara Okulu Yayınları.
MECDÎ EFENDİ (1269). Şekâik-i Nu’mâniye Tercümesi. İstanbul: Matbaa-i Âmire.
MÉLİKOFF, Irène (1973). “Yunus Emre ile Hacı Bektaş” İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, XX: 27-36.
MÉLİKOFF, Irène (1998a). Hacı Bektaş Efsaneden Gerçeğe. çev. Turan Alptekin. İstanbul:
Cumhuriyet Kitapları.
MÉLİKOFF, Irène (1998b). “Bektashi/Kızılbaş: Historical Bipartition and Its Consequences”
Alevi Identitiy Cultural, Religious and Social Perspectives. ed. Tord Olsson vd. İstanbul:
Sweden Research Instıtude.
MÉLİKOFF, Irène (2007). Kırklar’ın Cemi’nde. çev. Turan Alptekin. İstanbul: Demos
Yayınları.
NOYAN, Bedri (1985). Bektaşîlik Alevîlik Nedir?. Ankara.
TEMREN, Belkıs (1996). “Anadolu’ya Hoşgörü Tohumlarını Eken Hacı Bektaş-ı Velî”
Erdem, VIII/24: 755-767.
OCAK, A. Yaşar (1983). Bektaşî Menâkıbnâmelerinde İslam Öncesi
TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2012 / 61 187