osmanlı arması

HACI BEKTAŞ VELÎ İLE AHİ EVRAN İLİŞKİSİ

osmanlı armasıHACI BEKTAŞ VELÎ İLE AHİ EVRAN İLİŞKİSİ

 

Harun YILDIZ**

 

Özet

 

Hacı Bektaş Velî, kültür ve medeniyet tarihimiz içerisinde çok önemli yeri olan büyük bir

mutasavvıf/düşünürdür. Anadolu’nun İslamlaşması ve Türkleşmesi sürecinde önemli bir

rolü olmuş, kalıcı izler bırakmış ve etkileri yüzyıllar boyunca geniş toplum kesimleri üzerinde

hissedilmiştir. Ayrıca ülkemizdeki Alevî/Bektaşî topluluklar tarafından da önder bir şahsiyet

olarak kabul edilir. Ahi Evran ise, tıpkı Hacı Bektaş Velî gibi, aynı dönem ve şartlarda

Anadolu’da yaşamış ve önemli toplumsal faaliyetlerde bulunmuş büyük bir halk düşünürü ve

manevi bir toplum önderidir. O, Anadolu’da Ahiliğin kurulup gelişmesi ve değişik yörelerde

örgütlenmesinde etkin bir rol oynamıştır.

Hacı Bektaş Velî ile Ahi Evran, hemen hemen aynı dönem ve koşullarda Horasan’dan

Anadolu’ya gelmişler ve Anadolu’nun sosyal ve kültürel anlamda gelişmesi için çaba

harcamışlardır. Her ikisinin de XIII. yüzyıl Anadolu’su toplumsal ve kültürel yaşamında

ciddi katkıları bulunmaktadır. Bu makalenin amacı, Anadolu’da hemen hemen aynı yıllarda

yaşamış olan Hacı Bektaş Velî ile Ahi Evran arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktır. Bu çerçevede

öncelikle, her birinin yaşamış olduğu tarihsel ve kültürel koşullar ele alınmış; ardından her

ikisi arasında var olan sıcak ve yakın ilişki, değişik boyutlarıyla ortaya konulmuştur.

Anahtar Kelimeler: Hacı Bektaş Veli, Ahi Evran, Ahilik, Tasavvuf, Eski Türk Kültürü.

 

 

THE RELATIONSHIP BETWEEN HACI BEKTAS VELI AND

AHI EVRAN

 

Abstract

 

Hacı Bektaş Velî is a big sufi-thinker who has a very important place in our history of culture

and civilization. He had an important role in the process of Islamization and Turkization

of Anatolia. He has left permanent traces and his influences have been felt on over wide

community sections for many centuries. In addition to this, he is accepted as a spiritual guide

from Alawi/Bektashi communities. Ahi Evran, exactly like Hacı Bektash Velî, is a big folk

thinker and spiritual guide who had lived in the same period in Anatolia and acted on the

important social activities. He had got an important role in establishment and development

of Ahism and its organization in varied regions in Anatolia.

Hacı Bektash Velî and Ahi Evran had come from Horasan to Anatolia in almost the same

period of time and conditions, and they have struggled to cultivate the social and cultural

life of Anatolia. In other words, each has had serious additions in social and cultural life of

Anatolia. The purpose of this article is to examine the relationship between Haci Bektas

Velî and Ahi Evran who lived in the same years in Anatolia. In this context, the historical

and cultural conditions that each lived have been analyzed and examined with their close

connection, in varied dimensions

 

Keywords: Haci Bektas Veli, Ahi Evran, Ahism, Sufism, Ancient Turkish Culture.

 

 

 

Giriş

Hacı Bektaş Velî (669/1271), XIII. yüzyıl Anadolu’sunda yaşamış olan

önemli bir halk sûfîsidir. Aynı zamanda büyük bir halk düşünürü olup Selçuklular

döneminde yetişmiş güçlü bir ilim ve fikir adamıdır. Etkileri yüzyıllar boyunca geniş

toplum kesimleri üzerinde hissedilmiştir. Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması

sürecinde önemli rolü olan manevi bir toplum önderidir. Ayrıca, ülkemizdeki Alevi

Bektaşi topluluklar tarafından da önder bir şahsiyet olarak kabul edilir. Ahi Evran

ise, tıpkı Hacı Bektaş Velî gibi, aynı dönem ve şartlarda Anadolu’da yaşamış ve

önemli toplumsal faaliyetlerde bulunmuş büyük bir halk düşünürü ve manevi bir

toplum önderidir. O, Anadolu’da Ahiliğin kurulup gelişmesi ve değişik yörelerde

örgütlenmesinde etkin bir rol oynamıştır.

Biz, bu çalışmamızda önce, Anadolu’ya hemen hemen aynı dönemlerde

gelmiş ve burada yaşamış olan Hacı Bektaş Velî ile Ahi Evran’ın yaşadığı tarihsel ve

kültürel koşullara değinerek, arkasından her ikisi arasında gerçekleşen sıcak ve yakın

ilişkiyi değişik boyutlarıyla ortaya koymaya çalışacağız.

Çalışmamızda kullandığımız en önemli kaynaklardan biri, Hacı Bektaş

Vilâyetnâmesi’dir. Hacı Bektaş Vilâyetnâmesi, bilindiği gibi, kültürümüzdeki

Menâkıbnâme geleneği içerisinde çok önemli yeri olan bir eserdir. Bektaşî

Menâkıbnâmeleri içinde ise, en önemli ve en tanınmış olanıdır. Eserin önemi, Hacı

Bektaş Velî’nin yaşamı ile ilgili rivayet ve menkıbeleri ihtiva etmiş olmasından ileri

gelir. Bundan dolayı Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî ismiyle anılır. Hem Hacı

Bektaş Velî ile ilgili bilgi ve rivayetlerin ana kaynağı olması, hem de onun Ahmed

Yesevî ile ilişkisi bağlamında Yesevîlik ile ilgili an’ane ve menkıbelerin de ülkemizdeki

ilk metinlerini ihtiva etmesi açısından eserin önemi büyüktür. Bu yüzden eser, Alevî-

Bektaşî çevrelerde bir çeşit kutsallık kazanarak yüzyıllar boyunca okunmuştur.

Ayrıca, yazılmış olduğu dönemin dinî inançları, sosyo-kültürel yapısı ve toplumsal

gelenekleri ile ilgili önemli bilgi ve malzemeler içerdiği için bilim dünyasında da

farklı bir yeri vardır. Bu anlamda orijinal ve otantik bir eserdir.

Hacı Bektaş Vilâyetnâmesi’nin müellifi ise, XV. yüzyılın ikinci yarısıyla XVI.

yüzyılın başlarında yaşamış olan ve Firdevsî-i Tavîl (Uzun Firdevsî) lakabı ile bilinen

Hızır b. İlyas 1453-1512’den sonra)1’dır. Hızır b. İlyas’ın bu eseri XV. yüzyılın

son çeyreği içinde yazmış olduğu tahmin edilmektedir. Eserin ülkemizde değişik

kütüphanelerde farklı nüshaları bulunmaktadır. Bilim adamları, elimizdeki en eski

vilâyet-nâme nüshasının, XVII. yüzyıldan önceye gitmediğini yani, Hacı Bektaş

Velî’nin vefatından bir hayli sonra, yaklaşık olarak 200-230 yıl sonra kaleme alınmış

olduğunu, bunun da 1624 tarihinde yazılmış olduğunu bildirmektedirler (Vilâyetnâme

Menakıb-ı Hünkâr Hacı Bektaş Veli, 1995: XXIII-XXIV; Ocak, 1983: 3-4). Bu

bağlamda Abdülbâki Gölpınarlı, eserin en eski nüshasının Hacı Bektaş tekkesinden

gelen ve günümüzde Ankara (Milli) Kütüphanesinde bulunan nüsha olduğunu

belirtir (Vilâyet-nâme, 1995: XXIII) ki, bizim de kullandığımız nüshalardan biri

budur2. Bu nüsha, Ali Çelebi isimli bir kişi tarafından 1034 Rabîulevvel tarihinde

(1624-1625 yılları) şu an elimizde olmayan daha eski bir nüshadan istinsah edilmiş

ve yine Ali Çelebi tarafından Hacı Bektaş tekkesine bağışlanmıştır (Vilâyet-nâme, vr.

217a ). Eserin tamamı, 217 varaktır. Eserin, Ali Çelebi’den sonra değişik dönemlerde

istinsah edilerek çoğaltıldığı bilinmektedir3. Kullanmış olduğumuz diğer bir nüsha

ise, İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi, Zühdi Bey Koleksiyonu, 558/4 numarada

kayıtlıdır. Velâyetnâme ismiyle geçmekte olup 80 varaktır. İstanbul’da Tatyos

Matbaasında H. 1288 tarihinde yayınlanmıştır. Bu iki nüsha arasındaki en önemli

fark, farklı dönemlerde yazılmış olduklarından dolayı, ilk nüshadaki kimi kelimelerin

yerine diğerinde aynı anlama gelen farklı kelimelerin kullanılmasıdır.

 

 

1) Hacı Bektaş Velî

 

 

Çalışmamızda temas edeceğimiz şahsiyetlerden ilki olan Hacı Bektaş Velî,

XIII. yüzyıl Anadolu’sunun önde gelen düşünür ve mutasavvıflarından biri olup

yapmış olduğu faaliyetler ve ortaya koymuş olduğu eserler, yüzyıllar boyunca halk

hafızasında canlı bir şekilde yaşamış ve hâlâ yaşamaktadır. Hacı Bektaş Velî, kültür

ve medeniyet tarihimiz içerisinde çok önemli yeri olan büyük bir şahsiyettir. Zira

toplumumuzun dinî ve kültürel hayatı üzerinde yüzyıllar boyunca etkili olmuş ve

kalıcı izler bırakmış büyük bir düşünürdür.

Hacı Bektaş Velî, XIII. yüzyıl Anadolu’sunda yaşamış ve etkileri yüzyıllar

boyunca geniş toplum kesimleri üzerinde hissedilmiş olan önemli bir halk sûfîsidir.

Asıl ismi, Bektaş olup Hacı Bektâş-ı Velî şeklinde şöhret bulması, muhtemelen

ölümünden sonradır. Onun Anadolu’ya gelmeden önceki yaşamı, yani doğumu,

ailesi, sosyal ve kültürel çevresi ile nasıl bir eğitim sürecinden geçtiği gibi konularda

elimizde ne yazık ki net ve güvenilir bilgi ve belgeler, yok denecek kadar azdır ve

elimizde olanlarda da tarihsel gerçekler, önemli ölçüde menkıbelerle örülmüş

ve birbirine karışmıştır. Bu yüzden hayatının o dönemi ile ilgili anlatılan şeyler,

menâkıbnâmeler ve dolaylı belge ve rivayetlerden meydana gelen genellemelerden

ibarettir (Fığlalı, 2006: 116). Varolan bu genellemelerin içinden bilimsel bir

ayıklamaya gittiğimizde, Hacı Bektaş Velî’nin Horasan’ın Türkler’in yoğunlukta

olduğu ve çok sayıda alim ve şair yetiştirmiş olan önemli bilim ve kültür merkezi

Nişabur kentinde doğduğunu görüyoruz. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle

birlikte, VII/XIII. yüzyılın başlarında doğduğu tahmin edilmektedir. O, kültürlü ve

bilgili bir ailenin çocuğu olup daha sonra Nişabur’da Arapça ve Farsçayı kitap yazacak

düzeyde iyi öğrenerek önemli pek çok bilim dalında derinleşmişti. Ayrıca, yaşadığı

dönemin popüler bir alanı olan tasavvuf sahasında ise, Türkistan pîri olan Ahmed

Yesevî’nin halifelerinden biri olan Lokman Perende’den ders almıştır (Kutlu, 2006:

155; Fığlalı, 2006: 117-118; Sunar, 1975: 37; Mürsel Öztürk, 1987a: s. 885-886).

Böylece Hacı Bektaş Velî, gelenek ve köken olarak Ahmed Yesevî’ye bağlanmaktadır.

Ardından büyük bir ihtimalle Moğol istilası sebebiyle Horasan’ı terk edip

Anadolu’ya gelmiştir. Hacı Bektaş Velî’nin gelirken güzergâh olarak da, doğrudan

Horasan üzerinden İran coğrafyasını kullanarak Anadolu’ya geldiğini söyleyebiliriz.

Hacı Bektaş Velî, bu süreçte memleketi olan Nişabur’dan ayrılmış, Anadolu’ya

gelmeden önce Necef ve Kerbelâ’ya uğramış, oradan Mekke’ye geçerek hacı olmuş,

burada üç yıl kalmış, hac dönüşünde de Kudüs, Şam, Halep ve Elbistan’a uğrayarak

buralarda bulunan kutsal yerleri ziyaret etmiştir (Sunar, 1975: 37; Fığlalı, 1996: 322-

323; Mürsel Öztürk, 1987a: 885-886).

Claude Cahen, Hacı Bektaş Velî’nin Anadolu’ya muhtemelen Harezm’in

Moğollar tarafından işgalinden sonra sığınacak bir yurt arayan Harezmşahlar ile

birlikte 1230 yılına doğru gelmiş olabileceğini söyler (Cahen, 1970: 195). E. Ruhi

Fığlalı, onun Kayseri’de Battal mescidinde Evhadüddin Kirmânî (635/1238) ile

görüşmesi dikkate alınırsa, Anadolu’ya gelişinin en geç 1220 dolaylarında olacağını

söyleyerek Cahen’e muvafakat eder. Hacı Bektaş Velî de, muhtemelen göçebe kültür

yapısına mensup diğer Türkmen babaları gibi, kendisine bağlı bir Türkmen oymağının

başında Anadolu’ya gelmişti. Türkmen oymakları, o dönem de genellikle (Dede

Garkın’a bağlı Garkın oymağı örneğinde olduğu gibi), başlarındaki şeyhin/önderin

ismiyle anılmaktaydı. Hacı Bektaş Velî’nin beraberinde de kendi ismini taşıyan

Bektaşlu oymağı bulunuyordu. Nitekim, Osmanlı tahrir defterlerine bakıldığında,

Hacı Bektaş Velî’ye bağlı geniş bir Bektaşlu oymağının bulunduğu görülmektedir

(Ocak, 1996a: 455). Bu boy ve oymakların tamamı, o koşullarda henüz tam olarak

Müslüman olmamış ve İslam kültürünü de özümseyememişti (Mélikoff, 1998b: 2).

Bu süreç içinde Hacı Bektaş Velî, Anadolu’yu sarsmış olan Babaîler

ayaklanmasına fiilen katılmamış olsa bile, Baba İlyas ile olan ilişkisinden dolayı,

Selçuklu kuvvetlerinin ayaklanma sonrası başlattığı takibattan kurtulabilmek

için bir süre izini kaybettirmiş olmalıdır. Daha sonra ise, Anadolu’da ortalık biraz

durulduğunda, bugün adına Hacıbektaş denilen Sulucakarahöyük’te ortaya

çıkmıştır. Bu ortaya çıkışın, Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ölümü ve arkasından

Moğolların Anadolu’ya gelip Anadolu’nun Moğol hâkimiyeti altına girişinden, yani

yaklaşık olarak 1250’li yıllardan sonra gerçekleştiği tahmin edilebilir (Ocak, 1996a:

456). Hacı Bektaş Velî, bundan sonra yaşamını burada devam etmiştir.

Hacı Bektaş Velî’nin bu süreçte Sulucakarahöyük’ü yer olarak seçmesi ile ilgili

olarak değişik nedenler ileri sürülebilir. Türkmenlerin bu civarda kalabalık gruplar

halinde yaşayıp, Türkmen kültür ve geleneğini yaşatmış olmaları, bunun bir sebebi

olarak görülebilir. Yine buranın Konya, Kırşehir ve Kayseri gibi önemli kültür ve

siyaset merkezlerine yakın oluşu da, Hacı Bektaş Velî’nin bu tercihinde etkili olmuş

olabilir (Mürsel Öztürk, 1987a: 886).

Onun Sulucakarahöyük’e yerleştiği dönem, Anadolu’nun neredeyse

bütünüyle karışıklık ve kaos içinde olduğu bir dönem olmakla birlikte, aynı zamanda

Mevlânâ, Ahi Evran, Baba İlyas ve Yunus Emre gibi Türk kültür ve düşünce hayatını

derinden etkilemiş olan önemli düşünür ve sûfîlerin yaşamış olduğu bir dönemdir.

O, muhtemelen şeyhi Baba İlyas gibi, İslam öncesi eski Türk kültür ve inançlarıyla

yoğrulmuş ve yorumlanmış bir İslam anlayışını müritlerine öğretmekteydi. Bu şekilde o,

Türk kültürü ve İslam inanışını ayrılmaz bir biçimde kaynaştırıp ortaya yepyeni bir

anlayış çıkarmıştır.

Hacı Bektaş Velî, Babaîler isyanından sonra yerleştiği Sulucakarahöyük’te bir

dergâh kurmuş, bundan sonraki hayatını Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasına

adamıştır. Burada bir Türkmen şeyhi olarak öncelikle kendi cemaati içinde

mürşitlik görevini sürdürmüş, pek çok öğrenci ve derviş yetiştirmişti. Yetiştirdiği bu

öğrencilerini Anadolu’nun Türk hâkimiyetinde bulunan çeşitli yerlerine göndererek

hem İslamlaşma faaliyetlerini sürdürmüş, hem de çağdaşı olan önemli sûfîlerle de

ilişkilerini canlı tutmuştu5. Diğer taraftan, Ürgüp yöresindeki Hristiyanlarla da çok

sıkı ilişkiler geliştirip onların İslamiyet’e girişine zemin hazırlamıştı. Yine bu arada

Anadolu’yu işgal eden Şamanist Moğolların İslam’ı kabul etmeleri için de halifelerini

dört bir yana yolluyordu. O, hitap ettiği Türkmen kitlelerine İslamî inançlarını -tıpkı

Ahmed Yesevî gibi- karmaşık felsefi izahlardan uzak, basit ve anlaşılır bir dille, ahlaki

birtakım öğütlerle de bunları harmanlayarak akılcı bir tarz ve üslupta açıklamıştır

(Fığlalı, 2006: 133-147; Mélikoff, 1998a: 88-148; Sarıkaya, 2003a: 177-182; Y.

Nuri Öztürk, 1997: 99-100). Yine onun sunmuş olduğu İslam anlayışı, tasavvufî

düşüncenin yapısından kaynaklanan geniş bir hoşgörüye dayalı, özellikle yeni

Müslüman olanları birdenbire eski kültür çevrelerinden koparmadan ve bununla

birlikte İslam’ın özünü de bozmadan, onların eski inançlarını kendi bütünlüğü

içinde değerlendiren uzlaşmacı bir din anlayışıydı. O, İslam’ı tasavvufî bir maya

ile yoğurup yaşadığı dönemin sosyal ve siyasi şartları içinde, hitap ettiği çevrenin

psikolojik ve dinî ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmasını bilmiş, bu yüzden

haklı olarak Anadolu’nun “evtâd-ı erbaa”sından biri olmuştur (Fığlalı, 2006: 161).

Bu yönleriyle onun, Ahmed Yesevî’nin Orta Asya’daki rolünü Anadolu’da devam

ettirdiği söylenebilir (Birge, 1965: 33-51; Mélikoff, 1998b: 1-7; Çetinkaya, 1999:

343-356; Ocak, 1996a: 456).

 

Hacı Bektaş Velî’nin sahip olduğu bu özellikler, hem içinde bulunduğu

Türkmen kitlelerini İslamiyet’e bağlamış, hem de Anadolu’da İslamlaşma noktasında

önemli roller oynayarak Müslim ve gayri Müslim topluluklar arasında yakınlaşma

ortamının doğmasına yol açmıştı. Öyle ki, bölge Hristiyanlarının ona büyük bir

sempati besleyip yakınlık duyduğunu ve kendisini Aziz Haralambos adıyla takdis

ettiklerini görmekteyiz. Yine o, Babaîler ayaklanmasından sonra gizlenerek sağ

kalmış olan bazı Baba İlyas halifeleri ile dağılıp parçalanan konar-göçer Türkmen

topluluklarını bir araya getirmiş, problemleri çözme adına barışçı ve uzlaşmacı bir

yol takip ederek Türkmen topluluklarının yerleşik düzene geçişi için çaba harcamış,

böylece Anadolu’daki birlik ve beraberliğin sağlanmasına yönelik önemli bir adım

atmayı başarmıştır. Bu şekilde de Hacı Bektaş dergâhı, Babaîler ayaklanmasından

sonra dağılan Türkmen zümreleri için bir emniyet ocağı haline gelmiştir. Bu ocakta

üretilen aydınlık düşünce iklimi, toplumun bütün kesimlerine ışık tutmuş, bu

nedenle sadece Türkler ve Müslümanlar değil, diğer din mensupları da bu düşünce

ikliminden faydalanmışlar ve bunun etki alanına girmişlerdir.

 

Yine Hacı Bektaş Velî, Fars kültürünün hâkim olduğu bir dönemde, yaşadığı

bölgede Türk dil ve irfanını işleyerek, Türk kültür ve edebiyatının gelişmesine önemli

katkı sağlamıştır. Böylece Hacı Bektaş Velî, Konya merkezli Mevlevîliğe ve İran’dan

gelen Fars kültür hâkimiyetine karşı Türk dil ve kültürünü diriltmek amacıyla büyük

mücadele vermiştir. Bundan dolayı o, Fars kültürü ve sanatına hayran olan yüksek

tabakanın daha çok rağbet ettiği ve felsefesi daha ağır olan Mevlânâ ve çevresinden

ziyade, şehirli ve köylü esnafın, zanaatkârın ocağı durumundaki Ahi Evran ve Ahilerle

daha sıcak ve samimi münasebet içinde olmuştur (Fığlalı, 1996: 328). Hacı Bektaş

Velî, Sulucakarahöyük’te bu şekilde yaşayarak buradaki dergâhında 63 yaşında iken

ömrünü tamamlamıştır (669/1271) (Fığlalı, 2006: 118-120; Gündoğdu, 2007:

153-154).

 

Hacı Bektaş Velî, zaviyesinde bulunan kadınlardan yol evladı (manevi kızı)

olan Hatun Ana’ya el vermiş, yani çağrısını kendisinden sonra ona emanet etmişti.

Bu yüzden onun velâyetinin tanığı, Hatun Ana idi. O da, bunları Abdal Musa’ya

vasiyet etmişti (Âşıkpaşazâde, 1332/1914: 205-206; Eröz, 1977: 58; M. Fuat

Köprülü, 1989: 419-420). Böylece tarikat, Hatun Ana’dan Abdal Musa vasıtasıyla

devam etmiştir.

 

Hacı Bektaş Velî, bunları yaparken hiç kuşkusuz yeni bir öğreti inşa etmeye

çalışmış ve bu çerçevede bazı kuramsal esaslar da ortaya koymuştur; Cengiz

Gündoğdu’nun ifadesiyle, kendi döneminde bu öğreti, henüz kurumsallaşmamıştır.

Yani Hacı Bektaş Velî, yaşadığı sürece Bektaşîlik şeklinde bir tarikat kurmuş değildir

(Gündoğdu, 2007: 206). Bektaşîlik tarikatı, onun adına XVI. yüzyılda kurulmuş ve

sonraki yıllarda da Osmanlı toplum yaşamının her alanına etkisi büyük olmuştur.

Bektaşîliğe bugünkü yapısını kazandıran kişi, Pîr-i Sânî (ikinci pîr) olarak kabul

edilen Balım Sultan (922/1516)’dır. Balım Sultan, XVI. yüzyılda Bektaşîliği yeni

baştan düzenleyip bugünkü bilinen hüviyetine kavuşturan önemli bir mutasavvıftır

(Faroqhı, 2003: 188-190; Fığlalı, 2006: 162-169; Birge, 1965: 56-58; Yaman, 2007:

193-195; Ocak, 1992: 17-18). Böylece Hacı Bektaş Velî, Mélikoff’un ifade ettiği

gibi, Bektaşîliğin esin kaynağı olmaktadır (Mélikoff, 2007: 13).

Hacı Bektaş Velî, tasavvufî, dinî ve ahlakî konularda Türkçe, Arapça ve

Farsça olmak üzere pek çok eser yazmıştır. Bunlar, Ahmed Yesevî’nin Dîvân-ı

Hikmet’ini örnek alarak Farsça yazmış olduğu Kitâbu’l-Fevâid, Makâlât, Türkçe

bir eser olan Şathıyye ile ona ait olduğu söylenen Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı

Ayniyye6 , Fatiha Suresi Tefsiri, Şerh-i Besmele, Hurde-nâme ve Üssü’l-Hakîka gibi

eserlerdir (Fığlalı, 2006: 131-133; Gölpınarlı, 1997: 266-268; Noyan, 1985: 28-

31; Gündoğdu, 2007: 36-56; Ocak, 1996a: 457; Mürsel Öztürk, 1987a: 892-894).

Eserlerinde tüm insanlara karşı sonsuz sevgi duyan, yetmiş iki milleti aynı gözle

gören ve onlara büyük bir hoşgörüyle bakan Hacı Bektaş Velî, öz olarak, din, dil ve

ırk farkı gözetmeksizin tüm insanlara saygı ve hürmet gösterilmesini, bunun yanında

hayvanlara bile kötülük yapılmamasını öğütlemektedir. Alçakgönüllülük, hoşgörü

ve insanlara hizmet aşkı, Hacı Bektaş Velî’nin en önemli özellikleri arasındaydı. Bu

yüzden günümüzde Anadolu’da halk kitleleri arasında bıraktığı kalıcı ve derin izlerle

anılmaktadır7.

 

 

2) Ahi Evran

 

 

Büyük bir halk düşünürü olan Ahi Evran’ın asıl ismi, Mahmud b. Ahmed’dir.

İran’ın Batı Azerbaycan bölgesindeki Hoy Kasabası’na XI. yüzyılda gelip yerleşen

Türkmen bir ailenin çocuğu olarak 566/1171 yılında dünyaya gelmiştir. Doğmuş

olduğu kasabanın isminden dolayı, “Hoî” diye anılmıştır. Künyesi hakikatlerin babası

anlamına gelen Ebû’l-Hakâık, lakabı ise İslam’a ve Müslümanlara yaptığı hizmet ve

katkılardan dolayı Nasîruddîn’dir. Ahi şecerelerinin çoğunda da Nimetullah adıyla

anılır. Ahi Evran’ın gerçekleştirdiği faaliyetler ve verdiği mücadelenin büyüklüğüne

göre hakkında bilinenlerin çok az olduğu ve gerçek kişiliğinin menkıbeler arasında

kaybolduğu görülür. Bu yüzden mitolojik/efsanevi kişiliğinin bir işareti olarak, daha

çok “gök, kâinat” ve “yılan, ejderha” gibi anlamlara gelen Evran ismi ile anılmıştır.

Çocukluğu ve ilk tahsil devresi memleketi olan Azerbaycan’da geçen Ahi

Evran, gençliğinde Horasan ve Maveraünnehir bölgesine giderek orada eğitim

görmüş, dönemin önemli alim ve düşünürlerinden ders alarak yetişmiştir; ders

aldığı ünlü alimlerden biri, meşhur Eş’arî kelâmcısı Fahreddin Râzî (606/1210)’dir.

Ahi Evran, ondan hem dinî hem de beşerî ilimleri öğrenmiştir. Ayrıca tıpkı Hacı

Bektaş Velî gibi, Türkistan’ın manevi pîri olan Ahmed Yesevî’nin yetiştirdiği

talebeler vasıtasıyla tasavvufu tanımış, yine fütüvvet teşkilatının marifet pîri ve

önemli bir düzenleyicisi olan meşhur mutasavvıf Şihâbüddin Ömer Sühreverdî

(632/1234)’nin sohbetlerine katılarak ondan istifade etmiştir. Böylece gönül ilmi

olan tasavvuf yanında tefsir, hadis, fıkıh, kelâm gibi İslami ilimler ile felsefe ve tıp gibi

müspet ilimlerde döneminin sayılı düşünürleri arasında yer almıştır. Onun, yaşadığı

dönemin siyasî ve fikrî akımları içerisinde çok önemli ve etkili faaliyetler icra etmiş

bir şahsiyet olduğu anlaşılmaktadır.

Ahi Evran, XIII. yüzyıl başlarında Moğol istilasının önünden kaçarak önce

Bağdat’a gelmiş ve bir süre burada kalmıştı. Yine bir hac yolculuğu esnasında

Fahreddin Râzî’nin talebelerinden biri olan Evhadüddin Kirmânî (635/1238)

ile tanışmış, ondan çok etkilenerek onun talebeleri arasına katılmıştır. Ahi Evran,

Bağdat’ta iken fütüvvet teşkilatının ileri gelen şeyhleri ile görüşmeler yapmıştı. Onun

çok yönlü kişiliğinin oluşumunda Bağdat’ın ve Bağdat’taki sosyo-kültürel ortamın

ciddi anlamda rolü olduğu anlaşılmaktadır. Bu arada İbn-i Sinâ ve Sühreverdî gibi

önemli filozof ve sûfîlerin eserlerini çok iyi okumuş ve bu bilginlerin bazı eserlerini

de Farsçaya tercüme etmişti. İhvân-ı Safâ risalelerinden de geniş ölçüde yararlandığı,

onları çok iyi mütalaa etmiş olduğu eserlerinden anlaşılmaktadır. Bu durum, Mikail

Bayram’ın ifade ettiği gibi, Ahi Evran’ın dinî ilimlerin yanı sıra tabiat ilimleri alanında

da derinleşmiş olduğunu göstermektedir8.

 

Bu sırada Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykavus, Bağdat’a Abbasi halifesine

elçi olarak Mecdüddin İshak’ı göndermişti. Mecdüddin İshak’ın Bağdat’ta bir süre

kalıp fütüvvet pirleriyle yaptığı görüşmeler sonucunda, onları Anadolu’ya davet

etmesi üzerine, Ahi Evran, hocası Evhadüddin Kirmânî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî

(638/1240) ve Ebû Cafer Muhammed el-Berzaî ile birlikte Anadolu’ya geçmişlerdi

(602/1205). Ahi Evran, bir müddet Denizli’de ikamet etmiş ve Sultan Alaaddin

Keykûbât’ın daveti üzerine Konya’ya geçmişti (625/1227). Alaaddin Keykûbât’ın

Ahilerle son derece iyi ilişkiler içerisinde olması sonucunda, Ahilik başta Konya

olmak üzere Anadolu’nun pek çok ilinde daha rahat yayılma imkanına kavuştu.

Burada bulunduğu sürece gayet huzurlu bir yaşam süren Ahi Evran, Alaaddin

Keykûbât’tan sürekli destek ve himaye görmüş ve bu arada yazdığı bazı eserleri de

sultana ithaf etmiştir9.

 

Daha sonra Ahi Evran, hocası ve kayınpederi Evhadüddin Kirmânî ile

birlikte Anadolu’yu şehir şehir, kasaba kasaba gezerek Ahilik teşkilatının kuruluşunda

ve yayılışında çok önemli rol oynamıştır. Bu yüzden sonraki dönemlerde Ahilerin

piri olarak anılacaktır. O, aslında Anadolu’da Ahilik teşkilatını, o dönemde İslam

dünyasında yaygın olan fütüvvet anlayışı çerçevesinde, bu geleneğe dayalı olarak

örgütlemiş ve Selçukluların da destek vermeleri ile tüm Anadolu coğrafyasına

yaymıştır. O dönemin sosyo-kültürel, politik ve ekonomik şartları, Ahiliğin kısa

zamanda gelişmesi ve güçlenmesini hızlandırmıştır. Böyle bir organizasyonu

gerçekleştirmesi, onun çok yönlü bir insan olup içinde bulunduğu çağı aşan, yani

büyük bir öngörü ile çağının ilerisinde bir düşünce yapısına sahip olan bir düşünür

olduğunu gösterir. Ayrıca karizmatik, mücadeleci ve dinamik bir şahsiyete sahipti.

Bu yüzden yaklaşan Moğol tehlikesine karşı Anadolu insanlarının güçlenip

teşkilatlanmaları için çalıştı. Ahi Evran’ın önemli özelliklerinden biri de, gittiği ve

bulunduğu yerlerde alimler, devlet büyükleri ve yörenin sevilen insanlarıyla çabuk

kaynaşması, onlarla dost olarak Ahiliğin gelişmesi için onların maddi ve manevi

desteklerinden istifade etmesini bilmesidir (Çalışkan-İkiz, 2001: 3-4).

Evhadüddin Kirmânî’nin vefatı üzerine Ahi Evran, Kayseri’ye yerleşmiş

ve hocasının yerine geçerek onun misyonunu sürdürmüştü. Hem esas mesleği ve

geçim kaynağı olan debbağlık (deri işçiliği) ile uğraşmaya, hem halkı irşada, hem de

Ahilik teşkilatını geniş çapta yaymaya devam etmişti. Debbağlık yaparak geçimini

temin eden Ahi Evran, büyük bir deri imalathanesi açmış ve burada çok sayıda işçi

çalıştırmıştı. Bu yüzden özellikle sanat sahibi kimseler arasında çok sevilmekteydi.

Ahi Evran’ın yaşadığı dönemde kendisi ile ilgili Ahi Evran isminin kullanılıp

kullanılmadığı bilinmemekle beraber, sonraki dönemlerde yaygın bir biçimde bu

isimle anılarak adeta Ahilikle özdeşleşmiştir.

 

Bu süreçte Türkmenler tarafından Ulu Alaaddin diye anılan ve Ahiliğin

Anadolu’da yayılmasında önemli katkıları olan Alaaddin Keykûbât’ın, oğlu II.

Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından öldürülmesi, Ahilerin bu sultana tavır alarak

tepki göstermelerine yol açmıştı. Yeni sultan, veziri Sadettin Köpek’in de etkisiyle,

iktidarına karşı oldukları gerekçesi ile pek çok Ahi ve Türkmen zümresini öldürtüp

bazı ileri gelenlerini tutuklatıp hapsetmişti. Hapse atılanlar arasında Ahi Evran da

vardı. Ahi Evran, bu şekilde beş yıl (637-642/1240-1245) tutuklu kalmıştı. Bu yüzden

Ahilerin birçoğu, merkezden ayrılarak Batı Anadolu gibi merkezden uzak bölgelerde

faaliyet göstermeye başlamışlardı. Daha sonra II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ölümü

üzerine (642/1245), saltanat naibi sıfatıyla idareyi ele geçiren Celâleddin Karatay,

hapisteki bütün Ahileri, bu arada Ahi Evran’ı da serbest bırakmıştı (Haşim Şahin,

2006: 303). Ahi Evran, bunun üzerine tekrar Denizli’ye giderek orada bir yıl kadar

bahçıvanlık yapmıştı. Cahen’in Anadolu’daki ilk Ahilerin Denizli-Isparta bölgesinde

yaşadığını belirten bulgularını dikkate aldığımızda Ahi Evran’ın Denizli’ye gidişi

daha bir anlam kazanır (Cahen, 1986: 592).

 

Ardından Sultan II. İzzeddin Keykavus, Ahilerle yakın ilişki içinde olmuş Ahi

Evran’ı ve Konya’yı terk eden diğer Ahileri yakın dostu Sadreddin Konevî aracılığı ile

Konya’ya çağırmıştı. Böylelikle sultanın davetiyle tekrar Konya’ya dönen Ahi Evran,

“Letâifu’l-Hikme” adlı eserini sultana sunmuştu. Ancak ne var ki, onun Konya’daki

ikameti uzun sürmemiş, Şems-i Tebrizî’nin ölümü (645/1247)’nden, Mevlânâ’nın

oğlu Alaeddin Çelebi ile bazı Ahilerin sorumlu tutulmaları nedeniyle, Ahi Evran

bir daha dönmemek üzere Konya’dan ayrılmıştı. Ardından Hacı Bektaş Velî’nin

yaşadığı Kırşehir’e gelmiş ve ömrünün son on beş yılını burada sürdürmüştü. Ahi

Evran, burada Tabsıratu’l-Mübtedi, Menâhic-i Seyfî, Metâilu’l-İman gibi eserlerini

kaleme almıştı (Bayram, 1995: 75-85; Haşim Şahin, 2006: 303). Onun eserlerinde

görülen en başarılı yönü, anlatılması zor olan karmaşık konuları, kolay ve halkın

anlayabileceği bir şekilde anlatabilmeyi başarmasıdır.

 

Moğollar, Ahi Evran’ın Ahi ve Türkmenler üzerindeki nüfuzunu kendileri

için ciddi bir tehdit olarak algılıyorlar; bu yüzden ne pahasına olursa olsun onun

öldürülmesini istiyorlardı. IV. Kılıçarslan’ın yönetimi ele geçirmesinden sonra

Moğolların baskısıyla yaptığı atamalar neticesinde, Ahiler’in Türkmenlerle beraber

direnişe geçmeleri sonucunda, bu fırsat onların eline geçmiş oldu. Bu esnada

Moğollara karşı en güçlü direniş, Kırşehir’de ortaya çıktı. Ahi Evran ve arkadaşları,

kahramanca mücadele verirken IV. Kılıçarslan ve Moğolların baskısıyla Kırşehir

emiri Nurettin Caca tarafından Ahi Evran, pek çok arkadaşıyla birlikte öldürüldü

(659/1264). Ahi Evran’ın doksan üç yıl yaşadığı rivayet edilmektedir (Aksarâyî, 1943:

75; Bayram, 1991: 73-110; Köksal, 2006: 5-14; Çalışkan-İkiz, 2001: 1-4; Çağatay,

1982: 423-435; Bayram, 1978: 658-668; Bayram, 2004: 37-57; Özköse, 2003: 265;

Altınok, 2004: 66-67; İlhan Şahin, 1988: 529-530). Kendisi ile ilgili rivayetlerden

hareketle, çok iyi bir mutasavvıf olduğu, pek çok kerametinin bulunduğu10 ve bu

çerçevede hakkında bir menâkıbın da yazılmış olduğu anlaşılmaktadır11.

Ahi Evran, Anadolu’da hem Hacı Bektaş-ı Velî, hem de Mevlânâ Celâleddîn-i

Rûmî (672/1273) ile aynı dönemde yaşamıştır. Onun debbağlık mesleğini icra

ettiğine dair an’ane, debbağ esnafının pîri olarak yüceltilmesine sebep olmuştur. Bu

bakımdan Türk debbağlarının silsilenâmeleri kendisine dayandırılmıştır. Osmanlı

Devleti döneminde Ahi Evran’ın esnaf zümresi arasında pîr olarak kazandığı itibar,

bütün Anadolu, Rumeli, Bosna ve hatta Kırım’a kadar yayılmıştır. Bu yüzden Ahi

Evran zaviyesi, XX. yüzyılın başlarına kadar esnaf zümrelerinin üzerindeki manevi

tesirini devam ettirmiştir (M. Fuat Köprülü, 1999: 89-90; Bayram, 1991: 135-136;

Fığlalı, 2006: 93-96; Çağatay, 1989: 90-93; Sarıkaya, 2002: 68-73; Güllülü, 1977:

124-149; Köksal, 2006: 53-58; Taeschner, 1972: 203-235; Gölpınarlı, 1952: 6-354;

Ocak, 2006: 438-439; Günay, 1998: 69-71; Taeschner, 1953-1954: 11-15; İlhan

Şahin, 1988: 530)12.

 

 

3) Hacı Bektaş Velî ile Ahi Evran İlişkisi

 

 

Hacı Bektaş Velî ile fütüvvet ehlinin ulusu Ahi Evran arasındaki ilişkiye

gelince, her şeyden önce aralarında çok yakın ve canlı bir ilişkinin olduğunu söylemek

mümkündür. Her iki ulu şahsiyete daha yakından bakıldığında, aralarında ortak

olan bazı noktaların bir hayli fazla olduğu görülür. Zira her ikisi de, aynı dönemde

ve aynı sosyo-kültürel özelliklere sahip bir çevre içinde yaşamışlardır. Yine iki ulu

şahsiyet de, köken olarak Türkmen olup Türkmen oymaklarından geliyorlardı. İkisi

de, Asya içlerinden, özellikle Horasan orijinli olup Moğol istilasının önünden kaçan

Türkmen kitleleriyle birlikte Anadolu’ya gelmiş, Anadolu’nun içinde bulunduğu

kargaşa ve kaos ortamında yaşamış ve yaşamları boyunca insanlara bu ortamdan çıkış

yollarını göstermişler, bunun mücadelesini vermişlerdi. Yine hem Hacı Bektaş Velî,

hem de Ahi Evran, tasavvuf kültürü içinde yetişmiş olup dönemlerinin önde gelen

sûfîleridirler. Tüm bu etkenlerin, her iki lideri, birbirine yakınlaştırdığı söylenebilir.

Öncelikle Hacı Bektaş Velî ile Ahi Evran’ın görüştükleri yer olan Kırşehir

ile ilgili bilgi verelim. Hacı Bektaş Velî, eski ismiyle Karahöyük, bugünkü adıyla

Hacıbektaş’a geldiği zaman Kırşehir’in adı Gülşehri olarak bilinmektedir (Vilâyetnâme,

vr. 107b). Vilâyetnâme’ye bakıldığında her iki lider, Kırşehir yakınlarındaki

Gölpınar denilen yerde sürekli görüşmüşlerdir. XIII. yüzyılın ilk yarısıyla XIV.

yüzyılın başları, Kırşehir’in kültürel ve ekonomik yönlerden geliştiği bir zaman

sürecidir. Aynı zamanda bu dönem, Anadolu için Moğol istilasına rastlayan talihsiz

bir dönem olmasına rağmen Kırşehir, o dönemde cami, mescit ve medrese gibi

eğitim kurumlarıyla dolu gelişmiş sosyal bir şehirdir. Burada bilginler, müderrisler

ve güzel ahlak sahibi erdemli insanlar yaşamaktadır. Ahilerin piri sayılan Ahi Evran

da XIII. yüzyılın ilk yarısında Anadolu’ya gelmiş ve önce Denizli’de kalmış, ardından

Konya ve Kayseri’ye geçerek, sonunda Kırşehir’e yerleşmişti13. O, Vilâyetnâme’deki

ifadesiyle, Fütüvvet ehlinin serveri ve serçeşmesi (Fütüvvet ehlinin ulusu) idi (Vilâyetnâme,

vr. 107b). Bununla birlikte aslını, neslini ve nerede doğduğunu kimse

bilmezdi; çünkü o, büyük gayb erenlerindendi, bu yüzden onun sırrını kimse

bilmezdi. Anadolu’da onun tanınıp bilinmesini sağlayan kişi, meşhur sûfî Sadreddin

Konevî (673/1274) idi (Vilâyet-nâme, vr. 107b-110a; Vilâyet-nâme, 1995: 50-51;

Velâyetname-i Hacı Bektaş Veli, Trz: 154-157; Bayram, 1983: 51-75). Yine Ahi

Evran, velâyet erenlerinden olup gün gibi açık pek çok kerameti vardı, bu yüzden

Vilâyetnâme’de ona sık sık Ahi Evran Padişah denilerek yüceltildiği görülür (Vilâyetnâme,

vr. 107b ).

 

Vilâyetnâme’deki bu ifadelere göre, Kırşehir’de o esnada kaos ve kargaşadan

uzak güvenli ve huzurlu bir ortamın oluştuğu anlaşılmaktadır. O dönemde Konya

başta olmak üzere, Anadolu’nun önemli diğer illerinden olan bazı alim ve bilginlerle

tüccar ve mutasavvıflar, Kırşehir’e gelerek yerleşmiş ve burada medrese, dergâh ve

ticarethane gibi önemli sosyal kurumların açılmasını sağlayarak bölge halkına yön

vermişler, onların dinî, ilmî ve sosyal yönlerden gelişmelerine katkıda bulunmuşlardır.

Ahi Evran ile ilgili Vilâyetnâme’deki pasajlara bakıldığında, konunun Hacı

Bektaş Velî’nin Ahilerle ilişkisi çerçevesinde ele alındığı görülür. Hacı Bektaş Velî,

Ahi Evran’dan on-on beş yaş küçük olmakla birlikte, aralarında çok yakın, sıcak

ve samimi bir ilişki olduğu, ikisinin birbirini derin bir muhabbet bağıyla sevdiği

ifade edilir (Vilâyetnâme, vr. 107b). Böylece ikisinin arasında sıkı bir dostluk ve

gönüldaşlık bulunduğu anlaşılır. Öyle ki Hacı Bektaş Velî’nin en yakın dostlarından

biri, Ahi Evran’dır. Vilâyetnâme’de zaman zaman ifade edilen bu ilişki, Ahi Evran’ın

bir sohbet esnasında “Her kim, bizi şeyh edinirse onun şeyhi, Hacı Bektaş Hünkâr’dır”

diyecek kadar dostane ve samimidir (Vilâyet-nâme, vr. 107b). Aslında bunun biraz

düşünüldüğü zaman çok da şaşırtıcı bir şey olmadığı anlaşılır. Zira aynı sosyo-kültürel

çevrede yaşayıp faaliyet gösteren iki ulu kişinin, birbirleriyle yakın bir dayanışma

içinde olmaları kaçınılmazdır. Bu yüzden yaşadıkları dönemde ortak bir dinî/siyasi

düşünüş ve anlayış içinde olmuşlar ve Anadolu’yu işgal eden Moğol güçleri ile yerli

iş birlikçilerine karşı çıkarak mücadele vermişlerdir.

Bu çerçevede Ahilerin Kayseri’de Moğollara karşı şehri savunmaları

esnasında Hacı Bektaş Velî’nin orada bulunması muhtemel olup bu esnada Konya’da

tutuklu olan Ahi Evran ile gizli bir şekilde yazışıp haberleşmelerde bulunmuş

olmaları muhtemel görünmektedir (Birdoğan, 1990: 80).

Vilâyetnâme’deki bu anlatımlar, bu iki ulu şahsiyetin aynı kaynaktan

beslendiklerini göstermektedir. Bu yüzden sık sık bir araya gelip Kırşehir

yakınlarındaki Gölpınar denilen yerde görüştükleri görülmektedir (Vilâyet-nâme,

vr. 111b-112b, 115a-115b; Vilâyet-nâme, 1995: 51-53; Velâyetname-i Hacı Bektaş

Veli, Trz: 175, 181-182). Bu durum da, onların yaşamlarının yalnızca güvencede

olduğu dönemlerde, rahat ve güvencede olduğu günlerde görüşmüş olduklarını

akla getirmektedir. Özellikle Ahi Evran’ın Hacı Bektaş Velî’ye göre çok daha sıkıntılı

günler geçirmiş olduğunu düşünürsek, bu söylediklerimizin makul olduğunu kabul

etmemiz gerekir. Zira Ahi Evran, 1240 tarihinde tutuklanıp beş yıl tutuklu kaldıktan

sonra 1245’te serbest kalmış, ardından 1247’de Şems-i Tebrizî’nin öldürülmesinden

hemen sonra Mevlânâ’nın büyük oğlu Alaaddin Çelebi ile Konya’yı terk ederek

Kırşehir’e gelmişti. Buraya yerleştikten sonra da rahat bir yaşam sürememiş, zira

sürekli Moğolların ve Kırşehir valisi Nureddin Caca’nın korkusu ile yaşamış ve

nihayet Moğollar ile Nureddin Caca’nın girişimiyle öldürülmüştü (659/1264). Bu

yüzden hayatının, özellikle son yıllarında pek rahat ettiğini söyleyemeyiz. Durum

böyle olunca Vilayetnâme’deki yakın arkadaşlık ve uzun dostluğun açıklamasını

yapmakta ilk anda biraz zorlanır gibi oluyoruz. Bu yüzden de araştırmacı Nejat

Birdoğan’ın ifadesiyle, “Belki bu dostluk, çok önceden daha Anadolu’ya geliş

yıllarından başlamaktadır”(1990: 80) diyebiliriz.

 

Hacı Bektaş Vilâyetnâmesi, her iki liderin pek çok kez bir araya geldiğini

ifade ederek, aralarında geçen bazı diyalogları kendine özgü ve akıcı bir dille bize

aktarmaktadır. Örnek olarak bunlardan biri şöyledir;

“Bir defasında Hacı Bektaş, Ahi Evran’ı görmek için Kırşehir’e hareket etmiş;

bu hâl, Ahi Evran’a malum olmuş; sonra o da gelip Kırşehir’in yakınındaki tepenin

üstünde birbirleriyle buluşmuşlar, oturup sohbet etmişler, bu sırada Ahi Evran,

‘Erenler Şahı, ne olurdu burada bir pınar olsaydı da abdest almaya, içmeye yarasaydı’

demiştir. Bunun üzerine Hünkâr, eliyle işaret edip bir yeri eşmiş; arı duru güzelim bir

su çıkmış ve akmaya başlamıştı. Ahi Evran, bu defa ‘Erenler Şahı, bir gölgelik ağaç da

olsa, sıcak günlerde gölgelenilirdi’ dediğinde Hünkâr ululuğu, ‘Ne ola Ahi’m’ demişti.

Ahi Evran’ın kavak ağacından kesilmiş bir sopası vardı, bunun üzerine bir yeri kazmış,

onu da alıp oraya dikmiş, bir anda ortalık yeşerip yapraklanmıştı. Bu olaydan sonra

bir müddet daha sohbet etmişler, sonra vedalaşmışlardı.

Bu kavak ağacı büyümüş büyük gölgelik bir ağaç haline gelmiş ve uzun yıllar

yaşamış, ayrıca o pınar da uzun zaman akmıştır. Sonra Kırşehir’e biri gelip o ağacı

kesmiş ve evinde kullanmış; Ahi Evran oğulları, durumu anlayıp ona ‘İyi etmedin, bu

yaptığın sana hayır getirmez, orası Ahi Evran Padişah ile Hünkâr Hacı Bektaş Velî’nin

oturup sohbet ettikleri yerdi, orası âşıkların, muhiplerin ziyaret yeriydi’ demişlerdi.

Gerçekten de bir süre sonra o adam ölmüş, evi de yıkılmıştı, bununla birlikte ağacı

kesenler için de iyi olmamış, onlara da bu iş, iyilik getirmemiş, aradan bir zaman

geçtikten sonra pınar kurumuştu. Fakat bu pınar yeri, bugün hâlâ bellidir” (Vilâyetnâme,

vr. 111b-112b; Vilâyet-nâme, 1995: 51-52; Velâyetname-i Hacı Bektaş Veli,

Trz: 175-177).

 

Ahi Mahmud b. Ahmed’in Ahi Evran lakabını nasıl aldığını ise, Vilâyetnâme

bize şöyle anlatmaktadır:

 

“Ahi Evran, Kayseri’de kimsenin yapamadığı türden renk renk sahtiyan

(derileri) işlemiştir. Bunları, üstü örtülü bir kapta muhafaza etmekteydi. Biri gelip

kendisinden deri istese besmeleyle elini atar, ne renkte ve kaç tane deri istiyorsa

çıkarır verir, parasını alırdı. Ne kadar deri istenirse istensin verirdi. O zaman her zanaat

ehlinden ve her dükkândan vergi (yevmü’l-kıst) almak âdetti. Gammazlar (kendisini

çekemeyenler), Kayseri sancak beyine gelip “Burada ulu bir üstad tabbâk var, işçileri

çırakları çok; her gün dilediği kadar deri satıyor, malı çok fakat vergi vermiyor,

ondan da vergi alsanız yerinde olur” diyerek onu şikâyet ederler. Bunun üzerine

Kayseri Beyi, ‘Varın o da şu kadar mal versin. Yoktur derse bu şehre geleli işlediği

derinin vergisini versin’ diyerek birkaç adam gönderir. Görevliler, gelip görürler ki

imalathanenin kapısı kapalı, ortada kimse görünmüyor. Kapıyı açıp içeri bakarlar.

Bir de ne görsünler? İmalathanenin içi evren (ejderhalar)le dolu. Hepsinin gözleri,

külhan alevi gibi parlıyor (ateş saçıyor); ağızlarını açıp kendilerine karşı kükrüyorlar.

Bunun üzerine akılları başlarından gider, korkarak kaçıp beye gelirler, gördüklerini

haber verirler ve anlarlar ki Ahi Evran, kuvvetli bir vilâyet eridir (keramet ehlidir)”

(Vilâyet-nâme, vr. 110a-110b; Vilâyet-nâme, 1995: 51)14.

 

Bu olaydan sonra Ahi Mahmud, “ejderha” anlamına gelen ejderin ateş gibi

parlayan gözlerinden kinaye olarak “Evran” lakabını alır, Ahi Evran olur. Ahi Evran’ın

buradaki konumu, bize eski Türk Şamanlarını hatırlatmaktadır. Zira onlar, bu şekilde

istedikleri zamanlarda istedikleri canlının kılığına girip düşmanlarını alt ederek

insanları etkiliyorlardı15. Yine buradaki Ahi Evran anlatımıyla yeni bir sentezin

ortaya çıktığı görülmektedir. Bu da Anadolu Alevîliğine temel yapısını kazandıran

eski Türk inanışları ile İslami değerlerin birbirine geçmiş, birbiriyle yoğrulmuş

ve yorumlanmış bir biçimidir. Zira bu sentez, Alevîliğin oluşum ve gelişimi için

çok önemli bir özelliğe sahiptir. Bu yüzden burada hem eski Türk inanışları, hem

de İslami değerler, yeni bir oluşumla karşımıza çıkmakta, böylece farklı ve yeni

bir durum ortaya çıkmaktadır. Vilâyetnâme’ye bakıldığında Ahi Evran, kişiliği ve

yaşantısı ile bu sentezi şahsında bütünleştirmektedir. Böylece hem eski göçebe Türk

inanış ve gelenekleri, hem de yeni yerleşik İslami değerler, yeni ve özgün bir anlayışla

karşımıza çıkmaktadır. İslam öncesi eski Türk kültür ve inançlarıyla yoğrulmuş ve

yorumlanmış bir İslam anlayışı ortaya çıkmaktadır.

 

Görüldüğü gibi, Hacı Bektaş Velî ile Ahi Evran’ın ilişkileri yaşadıkları süre

içerisinde, çok yakın bir boyutta seyretmiştir. Hemen her konuda birbirlerine yardım

ettikleri, sıkı bir dayanışma içerisine girerek adeta birbirlerinin gönüldaşı oldukları

görülmektedir. Bu yüzden Alevi Bektaşi geleneğinde her iki ulu şahsiyet, birbiriyle

musahip olarak kabul edilmektedir (Gülağ Öz, 1997: 115). Belki de bu yüzden Ahi

Evran’ın öldürülmesinden sonra eşi Fatma Bacı, Hacı Bektaş Velî’ye gelerek onun

himayesinde ve onun çevresinde hayatını sürdürmüştür (Bayram, 1987: 25-27).

 

Hacı Bektaş Velî ile Ahi Evran’ın aynı dünya görüşünü, aynı hayat felsefesini ve

bu çerçevede aynı manevi ve ahlaki değerleri paylaştıklarını söyleyebiliriz. Bu yüzden

olmalıdır ki, Vilâyetnâme’de ortaya konulan Hacı Bektaş Velî ile Ahi Evran arasındaki

bu sıcak ve samimi ilişki, bu yakın dostluk, bu dinî ve siyasi birliktelik, ister istemez

onlara bağlı olanlar arasında da etkili olmuş ve tarihsel süreçte kendini göstermiştir.

Bu durum, daha sonraları kurumlaşacak olan Anadolu Alevîliği ile Bektaşîlik

üzerinde de etkisini göstermiş, zamanla Ahiliğin Alevi Bektaşi geleneğindeki ciddi

ve derin izleri, değişik boyutlarıyla ortaya çıkmıştır. Bu noktada Bektaşîliğin, daha

ilk teşekkül ettiği dönemlerden itibaren Ahiliğin etkisi altında kaldığı söylenebilir.

Kırklar cemi ile ilgili rivayetler başta olmak üzere, şedd/kuşak bağlama,

meydan süpürme, sır saklama, yol atası/rehber, yol kardeşi/musahiplik, eşik öpme

ve aynı kâseden şerbet içme, taliplerin bilmesi gereken sual ve cevaplar ile bunların

yanında dinî ritüellerde okunan dua ve gülbanklar gibi fütüvvetnâmelerde geçen pek

çok unsur ve inanç motifi, süreç içerisinde Alevi Bektaşi çevrelere geçerek yüzyıllar

boyunca bu çevreler içinde varlığını sürdürmüştür. Buna karşılık Bektaşiliğe

Kalenderîlikten geçmiş olan çihâr darb (traş töreni) ile halifeye sofra, tuğ ve çerağ

verilmesi gibi törenler de Ahilere Alevîlikten geçmiştir16. Tüm bu veriler gösteriyor

ki, Anadolu Alevîlerinin tarih boyunca en yakın ve dostane ilişkiler kurduğu toplum

kesimlerinin başında Ahiler bulunmaktadır.

 

 

Sonnotlar

 

1

Firdevsî-i Rûmî veya Uzun Firdevsî diye de anılan Hızır b. İlyas, Bursa’lı olup Sultan II. Bayezid adına

yazmış olduğu Süleyman Peygamber’e ait rivayet ve hikayeleri içeren Süleyman-nâme isimli eseri ile

tanınmış olan Osmanlı yazar ve şairidir. Bu eser, bir rivayete göre 380, başka bir rivayete göre de 360

cilttir. Eserinin 80 cildi beğenilmiş olup diğer ciltler, padişahın emriyle yok edilmiştir. Bundan dolayı

çok üzülen Uzun Firdevsî, II. Bayezid’in aleyhine hicviyeler yazmıştır. Kendisine “Uzun” lakabının

verilmesinin de, eserinin uzunluğundan ileri geldiği rivayet edilmektedir. Uzun Firdevsî, hayatının

sonlarına doğru Horasan’a gitmiş ve orada ölmüştür. Süleyman-nâme dışında Deavât-nâme, Firâsetnâme,

Hadîkatu’l-Hakâık, Kutb-nâme, Hadîs-i Ahsen, Hayât ü Memât ve Satranç-nâme gibi eserler

de yazmıştır. Kutb-nâme isimli eseri, İbrahim Olgun ve İsmet Parmaksızoğlu tarafından günümüz

Türkçesine kazandırılmıştır. bk. Bursalı Mehmet Tahir, 1333: II, 357-359; Babinger, 1982: 35-37; M.

Fuat Köprülü, 1977: 649-651; Orhan F. Köprülü, 1996: 127-129.

2

Vilâyet-nâme-i Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî, Milli Kütüphane, Yazma Eserler Bölümü, Kayıt no: 215.

3

Eserin değişik nüshalarıyla ilgili geniş bilgi için bk. Vilâyet-nâme, 1995: XXIX-XXXVIII; Ocak,

1996b: 471-472.

4

Evhadüddin Kirmânî, son olarak 631/1234 yılında Anadolu’da bulunmuş ve aynı yıl ayrılmıştır. bk.

Fığlalı, 1996: 324.

5

Bu çerçevede örnek olarak Hacı Bektaş Velî-Yunus Emre ilişkisi için bk. Mélikoff, 1973: 32-36; Mürsel

Öztürk, 1987b: 763-765; Fığlalı, 1996: 331-333.

6

Söz konusu eser, Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi tarafından

edisyon kritiği yapılarak yayınlanmıştır. bk. Hacı Bektaş Velî, 2004.

7

Hacı Bektaş Velî’nin öğreti ve düşünceleri için bk. Temren, 1996: 759-761; Birdoğan, 1995: 223-236.

8

Bu yüzden Mikail Bayram, onun Selçuklular dönemi Anadolusunun en güçlü filozofu olduğunu ifade

eder. bk. Bayram, 2003: 66.

9

Ahi Evran’ın bildiğimiz eserleri şunlardır: Tabsıratu’l-Mübtedi ve Tezkiretü’l-Müntehî, (Nuru

Osmaniye Ktp. Nr. 228), Metâliu’l-İman, (Konya Yusufağa Ktp., Nr. 4866, İmanın Boyutları ismiyle

Mikail Bayram tarafından çevrilerek 1996 yılında yayınlanmıştır), Menâhic-i Seyfî, (Süleymaniye Ktp.,

Hâlet Efendi, Nr. 92), Letâifu’l-Hikme, Mürşidu’l-Kifâye, Medh-i Fakr ve Zemm-i Dünya. bk. Mecdî

Efendi, 1269: 33; Köksal, 2006: 18-23; İlhan Şahin, 1988: 529-530; Bayram, 2003: 64-66.

10

Örnek olarak, işlediği deri mamulü mallardan isteyenlere istedikleri kadar verdiği hâlde hiç azalmadığını

görenler, bunu kerametine yormuşlardır. Yine gemilere binip açık denizlere açılanlar, zor anlarında

fırtına ve korkunç dalgalar yüreklerini hoplattığa zaman yanlarında onu görmüşler ve o, Hızır’la birlikte

imdada yetişmiştir.

Bunlarla birlikte o, kervan ve kafilelerle hacca gitmediği hâlde hacılar tarafından Kâbe’de görülmekteydi.

Yine sabah namazını Kudüs’te, öğle namazını Şam’da, ikindiyi Medine’de, Yatsı’yı Kâbe’de kıldığı sonra

tekrar memleketine geldiği anlatılır. bk. Tarım, 1948: 78-80; Çalışkan, İkiz, 2001: 5. Ayrıca Ahilerin

arasında ve Ahi Evran’ın yanından uzun yıllar hiç ayrılmayan ve Kırşehir’deki tekkesinin de kendisinden

sonraki şeyhi olan Ahmed Gülşehrî, Kerâmât-ı Ahi Evran (Ahi Evran’ın Kerametleri) isimli 166 beyitlik

mesnevisinde onun evliyadan olduğunu söyleyerek değişik kerametlerini anlatmıştır. bk. M. Fuat

Köprülü, 1999: 97; Köksal, 2006: 24-45; Çalışkan-İkiz, 2001: 104-117; Gökalp, 2005: 23-37.

11

Bunu Hacı Bektaş Velî’nin Vilâyet-nâme’sinde geçen şu ifadeden anlıyoruz: “Bundan sonra Ahi Evren,

Kırşehri’ne geldi, orada yerleşti; birçok kerametler gösterdi, isteyenler menakıbında bulabilirler”. bk.

Vilâyet-nâme, vr. 110b-111a.

12

Ayrıca bunun yanında hanımı olan Fatma Bacı da, Bâcıyân-ı Rûm isimli kadınlara ait bir teşkilat

kurarak Anadolu’nun Türkleşme ve İslamlaşmasında önemli katkıları olmuştur. Bu teşkilatın Ahiliğin

kadınlar kolu olduğu anlaşılmaktadır. bk. Âşıkpaşazâde, 1332/1914: 205; M. Fuat Köprülü, 1999: 93-

94; Çetin, 1981: 143-144; Barkan, 1942: 282, 302-303; Cebecioğlu, 1991: 651-655; Bayram, 2002:

365-379; Birdoğan, 1988: 9-12; Özköse, 2003: 270-273; Orhan F. Köprülü, 1991: 415.

13

Ahi Evran, Hünkâr Hacı Bektaş Velî Hacıbektaş’a geldiğinde, Kırşehir’de değildir. bk. Velâyetname-i

Hacı Bektaş Veli, Trz: 153, 175.

14

Aynı menkıbe, biraz farklı bir tarzda Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nde de geçmektedir. bk. Evliya

Çelebi, 1314: II, 280. Ayrıca bk. Aslan, 2004: 119-127.

15

Ayrıca şaman/kamların eski Türk toplumundaki konum ve işlevleri ile olarak bk. İnan, 1995: 72-

90; Eliade, 1999: 213-290; M. Fuat Köprülü, 1970: 141-152; Güngör, 1996: 245-246. Yine Bektaşî

menâkıbnâmelerinde bulunan Şamanist kaynaklı motifler için bk. Ocak, 1983: 95-132.

16

Alevîlik ile Ahilik arasındaki ortak yönler ve karşılıklı ilişkiler için bk. Bal, 1997: 75-76; Korkmaz,

2003: 24-25; Köksal, 2006: 75-82; Birdoğan, 1990: 499-501; Baki Öz, 1996: 160-166; Sarıkaya,

2003b: 96-110; Birdoğan, 2003: 38-46; Sarıkaya, 2003c: 100-106

 

 

Kaynakça

AKSARÂYÎ, Kerimüddin (1943). Müsâmeratü’l-Ahbâr ve Müsâyeratü’l-Ahyâr. çev. F. N.

Uzluk, M. N. Gençosman. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.

ALTINOK, Baki Yaşa (2004). “Yeni Vesikalar Işığında Ahi Evran Veli ve Arkadaşlarının

Sürgün ve Şehit Edilmesi”. I. Ahi Evran-ı Velî ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu. 12-13

Ekim, Kırşehir.

ASLAN, Namık (2004). “Don Değiştirme Motifi ve Ahi Evran’ın Yılan Donuna Girmesi”. I.

Ahi Evran-ı Velî ve Ahilik Araştırmaları Sempozyumu. 12-13 Ekim, Kırşehir.

ÂŞIKPAŞAZÂDE (1332/1914). Tevârîh-i Âli Osman. nşr. Âlî Bey. İstanbul.

BABİNGER, Franz (1982). Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri. çev. Coşkun Üçok. Ankara:

Kültür Bakanlığı Yayınları.

BAER, Gabriel (1970). “The Administrative, Economic and Social Functions of Turkish

Guilds”. International Journal of Middle East Studies, I: 28-50.

BAL, Hüseyin (1997). Alevi-Bektaşi Köylerinde Toplumsal Kurumlar. İstanbul: Ant

Yayınları.

BARKAN, Ö. Lütfi (1942). “Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu

Olarak Vakıflar ve Temlikler, I İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve

Zâviyeler”. Vakıflar Dergisi, II: 279-386.

BAYRAM, Mikail (1978). “Ahi Evren Kimdir? Gerçek Şahsiyeti ve Eserleri” Türk Kültürü,

XVI: 658-668.

BAYRAM, Mikail (1983). “Sadrü’d-din Konevî ile Ahi Evren Şeyh Nasırü’d-din Mahmud’un

Mektuplaşması” Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dergisi, II: 51-75.

BAYRAM, Mikail (1987). Bâcıyân-ı Rum (Selçuklular Zamanında Genç Kızlar Teşkilatı).

Konya: Gümüş Matbaası.

BAYRAM, Mikail (1991). Ahi Evren ve Ahi Teşkilatının Kuruluşu. Konya.

BAYRAM, Mikail (1995). Ahi Evren, Tasavvufî Düşüncenin Esasları. Ankara: Türkiye

Diyanet Vakfı Yayınları.

BAYRAM, Mikail (2002). “Bacıyân-ı Rum (Anadolu Bacıları) ve Fatma Bacı” Türkler, ed. H.

Celal Güzel vd. Ankara: Yeni Türkiye Yayınları.

BAYRAM, Mikail (2003). “Türkiye Selçukluları Döneminde Bilimsel Ortam ve Ahiliğin

Doğuşuna Etkisi” Türkiye Selçukluları Üzerine Araştırmalar, Konya: Kömen Yayınları.

BAYRAM, Mikail (2004). “Ahi Evren ile Alâüddin Çelebi’nin Öldürülmesi” İstem, II/3: 37-

57.

BİRDOĞAN, Nejat (1988). “Anadolu Aleviliğinde Kadın Bacılar, Bacıyan-ı Rum” Folklor

Halkbilim, IV/36: 9-12.

HARUN YILDIZ

204 TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2012 / 61

BİRDOĞAN, Nejat (1990). Anadolu’nun Gizli Kültürü Alevilik. İstanbul: Hamburg Alevi

Kültür Merkezi Yayınları.

BİRDOĞAN, Nejat (1995). “Hacı Bektaş Veli Düşüncesinde Hoşgörü” Yunus Emre,

Nasrettin Hoca ve Hacı Bektaş Veli Düşüncesinde Hoşgörü, haz. Şevket Özdemir.

Ankara: Pencere Yayıncılık.

BİRDOĞAN, Nejat (2003). “Anadolu Aleviliğinin Bugününe Ahiliğin Etkileri” Yol Dergisi,

XIII: 38-46.

BİRGE, J. Kingsley (1965). The Bektashi Order of Dervishes. London: Luzac&Co Ltd.

BURSALI MEHMET TAHİR (1333). Osmanlı Müellifleri. İstanbul.

CAHEN, Claude (1970). “Baba İshak, Baba İlyas, Hacı Bektaş ve Diğerleri” çev. İsmet

Kayaoğlu. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XVIII: 193-202.

CAHEN, Claude (1986). “İlk Ahiler Hakkında” çev. Mürsel Öztürk. Belleten, L/197: 591-

601.

CEBECİOĞLU, Ethem (1991). “Bacıyân-ı Rum” Türk Aile Ansiklopedisi, 651-655.

ÇAĞATAY, Neşet (1982). “Anadolu’da Ahîlik ve Bunun Kurucusu Ahi Evran” Belleten,

CLXXXII: 423-435.

ÇAĞATAY, Neşet (1989). Bir Türk Kurumu Olan Ahilik. Ankara: Türk Tarih Kurumu

Yayınları.

ÇALIŞKAN, Yaşar ve M. Lütfi İKİZ (2001). Kültür, Sanat ve Medeniyetimizde Ahilik.

Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.

ÇETİN, Osman (1981). Selçuklu Müesseseleri ve Anadolu’da İslâmiyet’in Yayılışı. İstanbul:

Marifet Yayınları.

ÇETİNKAYA, Bayram Ali (1999). “Bir Anadolu Ereni Hacı Bektaş-ı Veli: Hayatı, Eserleri ve

İnsan Anlayışı” Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, III: 343-356.

ELİADE, Mircea (1999). Şamanizm. çev. İsmet Berkan. Ankara: İmge Yayınları.

ERÖZ, Mehmet (1977). Türkiye’de Alevîlik Bektaşîlik. İstanbul: Otağ Matbaacılık.

EVLİYA ÇELEBİ (1314). Seyahatnâme. nşr. Zuhurî Danışman. İstanbul.

FAROQHI, Suraiya (2003). Anadolu’da Bektaşilik. çev. Nasuh Barın. İstanbul: Simurg

Yayınları.

FIĞLALI, E. Ruhi (1996). “Hünkâr Hacı Bektaş Velî (Hayatı ve Eserleri)” Erdem, VIII/ 23:

317-336.

FIĞLALI, E. Ruhi (2006). Türkiye’de Alevîlik Bektâşîlik. İzmir: İzmir İlâhiyat Vakfı

Yayınları.

GÜLLÜLÜ, Sabahattin (1977). Sosyoloji Açısından Ahi Birlikleri, İstanbul: Ötüken

Yayınları.

GÖKALP, Haluk (2005). “Ahi Evran-ı Velî’nin Menkıbevî Kişiliği” Ahilik Araştırmaları

Dergisi, I/2: 23-37.

GÖLPINARLI, Abdülbaki (1952). “İslâm ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynakları”

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, XI/1-4: 2-354.

GÖLPINARLI, Abdülbaki (1997). Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatler, İstanbul: İnkılap

Kitabevi.

GÜNAY, Ünver (1998). “Dinî Sosyal Bir Kurum Olarak Ahilik” Erciyes Üniversitesi İlahiyat

Fakültesi Dergisi, X: 69-77.

GÜNGÖR, Harun (1996). “Türk Alevî-Bektaşî İnanışlarında Şamanlığın İzleri” Erdem,

VIII/22: 237-249.

HACI BEKTAŞ VELÎ (2004). Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniye. haz. Gıyasettin

Aytaş, Hacı Yılmaz. Ankara: Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli

Araştırma Merkezi Yayınları.

İNAN, Abdülkadir (1995). Tarihte ve Bugün Şamanizm, Ankara: Türk Tarih Kurumu

Yayınları.

KORKMAZ, Esat (2003). Ansiklopedik Alevilik-Bektaşilik Terimleri Sözlüğü. İstanbul:

Kaynak Yayınları.

KÖKSAL, M. Fatih (2006). Ahi Evran ve Ahilik, Kırşehir: Kırşehir Valiliği Kültür Yayınları.

KÖPRÜLÜ, M. Fuat (1970). “İslâm Sufî Tarikatlerine Türk-Moğol Şamanlığının Tesiri” çev.

Yaşar Altan. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XIII: 141-152.

KÖPRÜLÜ, M. Fuat (1977). “Firdevsî-i Tavîl” İslam Ansiklopedisi, IV: 649-651.

KÖPRÜLÜ, M. Fuat (1989). “Abdal Musa” Edebiyat Araştırmaları II. İstanbul: Akçağ

Yayınları.

KÖPRÜLÜ, M. Fuat (1999). Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ankara: Türk Tarih Kurumu

Yayınları.

KÖPRÜLÜ, Orhan F (1991). “Bacıyan-ı Rum” Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,

IV: 415-416.

KÖPRÜLÜ, Orhan F (1996). “Uzun Firdevsî” Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,

XIII: 127-129.

KUTLU, Sönmez (2006). Alevîlik-Bektaşîlik Yazıları, Ankara: Ankara Okulu Yayınları.

MECDÎ EFENDİ (1269). Şekâik-i Nu’mâniye Tercümesi. İstanbul: Matbaa-i Âmire.

MÉLİKOFF, Irène (1973). “Yunus Emre ile Hacı Bektaş” İstanbul Üniversitesi Edebiyat

Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, XX: 27-36.

MÉLİKOFF, Irène (1998a). Hacı Bektaş Efsaneden Gerçeğe. çev. Turan Alptekin. İstanbul:

Cumhuriyet Kitapları.

MÉLİKOFF, Irène (1998b). “Bektashi/Kızılbaş: Historical Bipartition and Its Consequences”

Alevi Identitiy Cultural, Religious and Social Perspectives. ed. Tord Olsson vd. İstanbul:

Sweden Research Instıtude.

MÉLİKOFF, Irène (2007). Kırklar’ın Cemi’nde. çev. Turan Alptekin. İstanbul: Demos

Yayınları.

NOYAN, Bedri (1985). Bektaşîlik Alevîlik Nedir?. Ankara.

TEMREN, Belkıs (1996). “Anadolu’ya Hoşgörü Tohumlarını Eken Hacı Bektaş-ı Velî”

Erdem, VIII/24: 755-767.

OCAK, A. Yaşar (1983). Bektaşî Menâkıbnâmelerinde İslam Öncesi

TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2012 / 61 187

Kapalıçarşı Esnafı

KAPALIÇARŞI VE MEDENİYETİMİZİN ÇIKIŞ NOKTASI

 

  • MEDENİYETİMİZİN HİKAYESİ  Sırr-ı Hakikat ….  

    Bizlerin anlamaya çalıştığı , peşinden koştuğu , merak ettiği yol, erkan nedir? Atalarımızdan bize kalan gerçek mirasın ne olduğunu biliyor muyuz?

     

    Bize kalan , zamanında tüm insanlığa huzur ve mutluluk vermesi için yazılmış kitaplar, söylenmiş sözler, yaşanmış gerçekler nelerdir?

    Onların bu gerçeklerini aradığımızda, niyetlerini, isteklerini anladığımızda, huzurun geleceği altın çağın başladığı günü mü yaşayacağız?

    Cevap ….. EVET

    Neden mi?

    Herşey onların sözlerinde, eserlerinde saklı.

    Anadolu coğrafyası medeniyetimizin tüm öğelerini gözlerimizin önüne sermekte.

    Bu hakikatler nelerdir?

    İşte insan olmanın yolu burada başlıyor…

    Her şey Mescid-i Nebevi yapılırken peygamberimiz Hz. Muhammed’in duvarın inşasına hiç çekinmeden yardım etmesiyle başlar. Amcası Hz. Hamza’nın kendisinin peygamber olduğunu, bu işi kendilerine bırakmasını söylediyse de , Peygamberimiz Hz. Muhammed ” Kendisinin peygamberde olsa herkesle eşit olduğunu, toplum içinde herkesin yardımlaşarak amaçların gerçekleştirilebeceğini, çalışmanın ibadet , emeğin de en kutsal değer olduğunu ” amcasına söyler.

    Ortak emekle kurulan bu mescid , aynı zamanda bilim yuvası olarak da kullanılacaktır . Hz. Muhammed kutsal kitap Kuran-ı Kerimi Suffa denilen mescid avlusunda gönülden inanan sahabelerine öğretiyordu. Bu sahabeler yetimdiler, fakirdiler. Mescidde yatar, kalkarlardı. Onlara Ashab-ı Suffa denildi.

    Peygamberimiz onları birbirleriyle kardeşleyerek, meslek sahibi olmalarını, aynı zamanda ilmen yetişmelerini sağladı. Onları toplum içinde kabul görmeleri için dertleri ile de ilgilendi. Yetiştirdiği bu insanlar bizim medeniyetimizin temellerini attılar.

    Peygamberimiz Medine Sözleşmesini akdederek din, dil , ırk farkı gözetmeden ilk sosyal devletini Medine’de kurdu. Medine gerçek anlamda bir devlettir artık.

    Artık geriye kurulan bu yeni devletin tüm insanlığa tebliğ edilmesi ve mücadelesi kaldı. Tarih hükmünü de bundan sonra icra etti.

    Kimi zaman siyasi , kimi zaman iktisadi , kimi zaman da bilimsel ve felsefi birçok akım, bu anlayıştan etkilendi. Devletler kuruldu, tarikatler bu inançla hayat buldu. Bazen de düzene karşı isyanlar bu inanç sebebi ile oldu.

    İnsanlık dengesini ,

    saltanatla, eşitlik ;

    zorbalıkla, özgürlük;

    akılla, bağnazlık

    arasında gitgellerle bulmaya çalıştı.

    Bu kutsal düşüncenin ve insanlık yolunun, İslamın çıkışından sonra en özgün örneklerinden biri ihvanüs-sefa örgütüdür.

    Bu kardeşlik örgütü çağının çok ilerisinde olmuş, Endülüs’ten Horasan’a kadar bilim insanlarını etkilemiştir. İbn-i Sina, Farabi , İbn-i Rüşd, Muhyiddin Arabi, İbn-i Haldun, Yusuf Has Hacib, Ahmet Yesevi bu düşünce ikliminin büyük şahsiyetleri oldular. Onların en temel özelliği bilim insanı olmalarıdır. Amaçları tüm dünyaya eşitlik ve huzuru getirebilecek olanın bilim ve ahlak olduğunu , bu nedenle beşeri ve tabiat bilimlerini içeren eserleri ile zamanlarının en ileri kitaplarını yazmışlardır. 52 Risalelik dünyanın ilk ansiklopedisini hazırlamışlardı.

     

    Anadolu’ya etkisi ise özellikle Selçuklu döneminde olan bu akım kendini Bektaşilik ve Ahilikte gösterdi. Fütüvvetname denilen yiğitlik ve insanlık özelliklerini anlatan kitaplar yazdılar. Bu kitaplar Hz. Adem’den başlayıp yazıldığı tarihe kadar olan olayları yazdılar. Yazarken ahlak, felsefe aşıladılar. Kamil insan olmanın reçetesi bu kitaplarda yazıldı.

    Ahilik kültürümüzde bu noktada başladı.

     

     

    Anadolu coğrafyasında yaşayan bizlerin, insanlığa ve çağdaş medeniyete sunabileceğimiz kendimizden olan değerler, gelenekler, kurumlar ve inançlar vardır. Bu temel kültürler Türk toplumunun temel yapı taşıdır. Ahilik bu anlamda en başnoktadadır. Ahilik kurumu 850 yıl önce bu toplumun ekonomik, sosyal, kültürel hayatını tanzim etmiş, kurallar koymuş ve günümüze kadar yaşatmıştır. Çağımızda modern yapı olarak kabul edebileceğimiz tüm kurumların aslında o günlerden beri var olduğunu bilmeli ve görmeliyiz.      

     

       Türk insanı tarihten gelen bu mirası geliştirerek insanlığa sunması gerekir.  

     

    Bu noktadan hareketle yapılacak tüm çalışmalar aslında bu toplumun kültürel kodlarını ortaya çıkaracaktır.Medeniyetimizin temel sırrı olan Ahilik tüm toplumlar tarafından bilinmeli ve anlatılmalıdır. Çünkü bu yapıyı kuranlar Yunus Emre, Hacı Bayram Veli, Hacı Bektaş Veli, Mevlana, Ahi Evran gibi bilim, inanç ve örgüt liderleridir. Onların amacı mutlu insanı yaratmaktı. Ve Ahilik tam anlamıyla bunu başarmıştır. Hem bu dünyanın kurallarını hem de manevi dünyamızın…

     

    BU ÖRGÜTLENMENİN GÜNÜMÜZDEKİ YANSIMALARI

     

    Ahilik kurumunun günümüzdeki yansımalarını anlayabilmemiz için öncelikle neleri yaşantımıza yerleştirdiklerini görmek gerekir. Bunlar;

     

    1-)FİZİKİ YAPILAR

    a-) Kapalıçarşılar, bedestenler, arastalar

    b-) Hanlar, kervansaraylar, fuarlar (yabanlu pazarı)

    c-) Sanayi siteleri (Kayseri’de ilk Ahi Evran tarafından kuruldu).

    d-) Cevahir bedestenleri yapılarıyla bankacılık

     

    2-)EKONOMİK KURUMLAR

      a-)Yamak, çırak, kalfa, usta silsilesi ve kuralları ilemesleki eğitim

      b-)Yiğitbaşı, esnaf şeyhi, Ahibaba Vekili (Esnaf şeyhlerinin başkanı) görevlileri ile esnaf        örgütlenmesi

      c-) Orta sandıkları vasıtası ile kredi, emeklilik maaşı, eğitime kaynak aktarma vakıflar suretiyle sosyal sorumluluk

    d-) Tacirlerin yol güzergâhlarında güvenliğini ve mal emniyetini sağlayarak günümüzün anlayışıyla konaklama ve mal sigortası

     e-) Denetlemeler vasıtasıyla kalite, fiyat, haksız rekabet önlenerek tüketici haklarının kollanması f-) Büyük meclis toplantılarında iş hayatını düzenleyerek iş hukuku kurallarını koymak

    g-) Vergiler veya idari uygulamalar hakkında memnuniyetsizliklerini belirtmek için anahtarların mülki amire verilmesi suretiyle günümüzdeki anlamıyla Grev ve Lokavt

      h-) Büyük mal siparişlerinde talebi karşılamak için aynı işkolundan olan esnafların biraraya gelmesini sağlayarak Kooperatifçilik

      I-) Sarraflar vasıtasıyla ödeme, para sirkülasyonu, transfer etme, farklı para birimlerinin oranlarını belirleme görevlerini yerine getirerek şimdiki anlamıyla Para ve Döviz piyasası ve Merkez Bankacılığı yapmak.

     

     3-) AHLAKİ PRENSİPLER

    Ahilerin en önemli farklılığı çalışma hayatını düzenlerken diğer taraftan her bir çalışanını ahlaki yönden insan-ı kâmil sıfatına yükseltme çabalarıydı.İnsan-ı kâmil kelime anlamı olarak olgun insan demektir. Ahilerde olgun insan maddi ve manevi dünyasını tanzim etmiş yaşamını düzene koymuş kişidir. Bu noktadan hareket eden Ahiler örgütlerine üye olacak kişileri eğitimden geçirmek suretiyle hayata hazırlama görevini üstlenmişlerdi. Bu amaçlarını iki farklı eğitim usulü ve yolu ile   gerçekleştirmişlerdir.

     

    a-) Meslek içi Eğitim  Mesleğe yeni girecek olan her çocuktan öncelikle usta sorumludur. Usta çırağına mesleğinin inceliklerini öğretirken, en temel amacı onun mesleği sevmesini sağlamaktır. Ayrıca; -Bireye kendini tanıma yolunu göstermek -İyi ahlaklı insan olarak yetiştirmek ( 740 adet görgü kuralı vardır ) -Her insanın iyi bir doğa ile yaratıldığı düşünülür, çocuğun bu doğasını koruması amaçlanır -Bireydeki gizli yeteneklerin ortaya çıkarılıp, yeteneklerine yön verilir   -Eğitim belli bir noktada tamamlanmaz, ömür boyu süren bir faaliyettir -Eğitim Ahilik ilkelerini kabul eden herkese açık ve ücretsizdir.

    b-) Toplum içi Eğitim       Terbiye ocağı niteliği ağır basan zaviyelerde ( Aynı zamanda konaklama yeriydi ve ücretsiz konuk ağırlanan yerlerdi ) okuma-yazma öğretilmesinin yanı sıra dini ve bilimsel bilgiler, Türkçe ve Arapça dersleri, güzel yazma ve musiki dersleri verilirdi. Eğitim kitaplara dayandırılmak yerine sohbet şeklinde verilmesi tercih edilmiştir.   

        Yaren sohbetleri adı verilen toplantılarda müzik ve yazılı edebiyat ürünleri hem genç Ahilerle hem de halkla paylaşılmış bu şekilde halk kitlelerinin eğitimine de aracı olmuşlardır.

    Ahi teşkilatı içinde olanlar kurallara aykırı eylemleri gerçekleştirirlerse Ahilikten çıkarılır, ustalık beratları ellerinde alınırdı.(Yolsuz denirdi)

    Ahiler için topluma ve ihtiyaç duyanlara hizmet vermek de bir ahlak anlayışıdır, bu anlayışla kurulmuş sayısız Ahi Vakfı günümüze dek hizmet vermiştir; Evlenecek yaşa gelmiş, kimsesiz veya yoksul kızların evlilik ihtiyaç ve masraflarını karşılayan Çeyiz Vakfı, kışın yaşlı ve çocukların buzda kayıp düşmelerini engellemek için yollara kül dökülmesini ve saçak buzlarının kırılmasını sağlayan Kül Vakfı, kimsesiz ve yoksul kimseleri bedelsiz muayene ve tedavi eden, ilaç ihtiyaçlarını karşılayan Guraba Hastaneleri, evleri yanan veya başka şekilde evsiz kalan insanlara barınacak yer temin edilinceye kadar barındırmak için hazırda boş bekletilen evler yapan Harik-Zegedan Vakfı bunlardan sadece birkaçıdır.

    4-) İNANÇ FELSEFELERİ

    Ahi birliklerinin yukarıda sayılan özellikleri dışında inanç dünyaları da günümüzün inanç dünyasını aydınlatacak derecede insani ve birleştiricidir. Din ayrımı gözetilmez, kadın-erkek ayrımı yapılmaz ( Bacıyan-ı Rum dünyanın ilk kadın esnaf teşkilatıdır 13. Yüzyıl ), zengin-fakir ikilemi yaratılmaz, kişinin kişiye üstünlüğü yok kabul edilirdi. İnsan olmak için emeği ile para kazanmak makbul sayılmış, kimseye muhtaç olmamak, topluma yararlı olmak hayat gayesi olmuştur.      Yaptıkları meslekleri de önemsemişlerdir. Her mesleğin bir piri olduğuna ve seçtikleri piri de inanç önderlerinden seçmişlerdir. Örnek olarak;

    MESLEK   MESLEĞİN PİRİ

      Tüccar                                       Hz. Muhammed

    Seyyah                                      Hz. İsa

    Çoban                                        Hz. Musa

    Marangoz                                  Hz. Nuh

    Dülger                                       Hz. İbrahim

    Terzi                                          Hz. İdris

    Debbağ                                     Ahi Evran

    Berber                                      Selman-ı Farisi

    Saatçi                                       Hz. Yusuf

    Pirlerini bu şekilde seçmeleri bile Ahiliğin ayrım gözetmediklerini insanlık medeniyetinin tüm öğelerini felsefelerinde taşıdıklarının kanıtıdır. Ahiliğin sırrı derin düşünce de diğer bir deyişle batıni olmalarındandır. Anadolu Tasavvufu  onlarında ışığı olmuştur. Bir de Anadolu tasavvufunun insanlık medeniyetinin tüm bilgeleri ve erenlerinin, çabalarının ve eserlerinin toplamı olduğunu görebilirsek kurulan bu yolun mükemmeliyetini daha çok idrak edebiliriz. Bizlere düşen görev bu yolu tekrar açmak ve tarihimizden gelen bu yapıya hayatiyet kazandırmaktır. Onların felsefeleri akıl üzerine kurulmuştu. Bilim ve ahlak onların sırrıydı. Bu açıdan bile bırakalım günümüzü, geleceğimize ışık tutmaktadırlar.        Denizli Babadağ Çarşısında asılı olan levhada yazan kelimeler bunun kanıtıdır;

     

    İnsanları ayırma ha !   Hepsine adil ver hakkın.

     

    Hayırlıdan ayrılma ha !   Her şeyin gerçeğini söyle

    .

    Etrafına dostluk saç ha !   Eser kalır, sen gidersin.

     

    İyi belle unutma ha !   Önce hizmet, sonra sensin.

     

    Yukarıda maddeler halinde özetle anlatılan bu teşkilat bozulmadan günümüze kadar gelmiştir.         Mesleklerin ismi ve şekli değişse de bugün hala yaşamaktadır. Yaşayan bu mekânın adı Kapalıçarşıdır.

     

    Günümüzde hala aynı ahlak prensiplerini yaşatmaya çalışan, içinde barındırdığı 4-5 kuşaklık esnaflarıyla hayattadır.     Geçmişten gelen birçok adet hala yaşamaktadır.

    Mesela;

    a-) Usta-çırak ilişkisi hala geçerlidir

    b-) İnsan hala değerlidir.

    c-) Paraya değil söze önem verilir

    d-) Üç dini, yetmişiki milleti hala içinde barındırır

    e-) Esnaflarımız zenginliği ile değil kişiliği ile saygı görür.

    f-) Esnaf dayanışması halen sürmektedir. İyi günde ve kötü günde kimse yalnız bırakılmaz.

    g-) Çek ve senet kullanılmaz. Sözlü akit geçerlidir.

    h-) Yakın zamanlara kadar dua meydanımızda üç dinin temsilcisi ile bereket ve hayır duaları okunur, tüm esnaflar işlerine öyle giderdi.

    ı-) Siftahını yapan esnafın gelen ikinci müşterisini siftahını yapmamış komşusuna göndermesi hala yaşatılan bir gelenektir.

    j-) Tüketici problemleri esnaflar derneğinde çözülür.

    k-) Yerel veya mülki idarenin yanlış uygulamalarını aynı geçmişinden geleneği yaşatır gibi topluca muhalefet ederek gösterirler.

     

    Bu örneklerimizi çoğaltabiliriz. Geçmişimizden gelen özelliklerimizi toplumumuza tekrar gösterip hatırlatabiliriz.       Ama biz İstanbul Kapalıçarşı olarak çok daha anlamlısını ve atalarımıza  yakışanını yapmak zorundayız. Bu amaçla Kapalıçarşı esnafları olarak atalarının yaptığı gibi örgütlenme yolunu seçtik. Öncelikle Bursa Kapalıçarşılarıyla birlikte TÜRKİYE TARİHİ KAPALIÇARŞILAR BİRLİĞİNİ kurma teşebbüsünü başlattık. Beş kurucu ilimizle ( Edirne, Konya, Kayseri, Bursa, İstanbul ) 2011 yılı içerisinde kurulacak bu yapı tüm Türkiye’deki tarihi çarşılarımızla birleşerek sonuca ulaşacaktır. Uluslararası tarihi çarşılarımızın da katılımıyla evrensel niteliğe kavuşturacağımız bu çalışmayla atalarımızın emeklerini tekrardan dirilteceğimize inanıyoruz. Ayrıca İstanbul Üniversitesi ve Hocalarımızın katkısıyla bilim ışığı ve yolu da bize güç katacaktır. Bunun yanında Esnaf Odaları Başkanımız ve TESK başkanında manevi desteklerini almamız bize moral kaynağı olacaktır.    Sonuç olarak son sözü atalarımıza vermek adına, çabalarımızın hayata geçmesi adına atalarımızın bir

    deyişiyle dua ediyoruz.

     

     

    Eşrefoğlu al haberi

    Bahçe bizde gül bizdedir

    Biz de Mevla’nın kuluyuz

    Yetmiş iki dil bizdedir

     

    Erlik midir eri yormak

    Irak yoldan haber sormak

    Cennetteki akan ırmak

    Coşkun akan sel bizdedir

     

    Adem vardır cisme semiz

    Abdest alır olmaz temiz

    Hakk’ı dehleylemek nemiz

    Bilcümle vebal bizdedir

     

    Arı vardır uçup gezer

    Teni tenden seçip gezer

    Canan bizden kaçıp gezer

    Arı biziz bal bizdedir

     

    Kimi sofi kimi hacı

    Cümlemiz Hakk’a duacı

    Resul’ü Ekrem’in tacı

    Aba hırka şal bizdedir

     

    Biz erenler gerçeğiyiz

    Has bahçenin çiçeğiyiz

    Hacı Bektaş köçeğiyiz

    Edep erkan yol bizdedir

     

    Kuldur Hasan Dedem kuldur

    Manayı söyleyen dildir

    Elif Hakk’a doğru yoldur

    Cim ararsan dal bizdedir

      Saygılarımla.

    Cem ARICA

 

Kapalıçarşı Esnafı

Kapalıçarşı Esnafı

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

zes

KAPALIÇARŞI’NIN GÖMÜLÜ GÜCÜ: “İNOVASYON”

Kapalıçarşı’nın sahip olduğu tarihi, kültürel, toplumsal ve ekonomik boyutlara kuyumculuktan tekstile, antikadan halıya, hediyelik eşyadan tarihi Türk el sanatlarına çok sayıda faaliyetin her birinin ayrı ayrı katkısı vardır. Kendine özgü tasarım, imalat, tedarik, satış ve finansal sistem bu var olmaya çalışmanın en önemli gücünü oluşturmaktadır. Türk tarihinin bütün izlerini taşıyan el sanatları kültürel mirasımızın tüm görkemini sergilemektedir. Mesleki alandaki bu zenginlik ve çeşitlilik Kapalıçarşıyı irili ufaklı çok sayıda işletmenin bir araya getirdiği canlı bir organizmaya dönüştürmüştür. Esnafın birbirinin varlığından güç aldığı birlikte var olma mücadelesi bugüne gelişin önemli bir aracıdır.
Kapalıçarşı’nın hanları, sokakları ve kapıları gelişmeleri izleme ve yeniliklere adım atmada farklı ve kendine özgünlüğün dünyayla bağlantısının simgesi gibidirler. Aslında Kapalıçarşı zenginliklerinin çok az bir kısmı keşfedilmiş ve paylaşılmıştır. Kapalıçarşı ve kuyumculuk üretiminin yapıldığı çevre hanlar, şehir bölge planlama, mimarlık tarihi, sanat tarihi ve çevre mühendisliği gibi çeşitli bilim alanları kapsamında incelenmekle beraber bölgenin potansiyelinin yaratıcılık, özgünlük ve inovasyon bağlamında yeterince değerlendirilmediği görülmektedir. Üretim teknolojilerindeki değişmeler kadar iş ve yönetim anlayışındaki gelişmelerin de izlenmesine olan gereksinim giderek artmaktadır. Bugün mevcut yapının fiziksel restorasyonu gibi Kapalıçarşı esnafının da içinde bulunduğu koşulları yeniden ele alması kaçınılmaz bir durum ortaya koymaktadır.
Sadece ulusal değil uluslararası alandaki gücünü de düşündüğümüzde bu mücadelenin yeniden düzenlenmesine olan gereklilikler giderek artmaktadır. Yenilik, yenileşim ve giderek daha çok kabul gören haliyle “inovasyon” bu koşulları yönetmede önemli ipuçları sunacak yaklaşımları barındırmaktadır. İnovasyonun temelinde ekonomik değer yaratma, fayda sağlama ve tutku vardır. İnovasyon, değer yaratan şeyleri yenil bir yol ve yöntemle yapabilmeyi içeren çalışmalar üzerine odaklanmaktadır. Herhangi bir yaratıcı düşünce ticarileşmişse ve yarattığı fayda ile verimliliği arttırmışsa yenilik olarak ele alınmaktadır. Bu yaklaşımla esnaf ve sanatkarların mesleki ve teknik bilgilerini harmanlayarak sahip oldukları üretim, tedarik, satış, finans, müşteri ilişkileri, alış-veriş kültürü ve iş yönetim anlayışlarını gözden geçirmeleri ve işimizi “daha iyi, daha farklı, daha faydalı nasıl gerçekleştiririz?” gibi sorgulamaları yapmaları hedeflenebilir.
Bunun için kurumsal büyük işletmeler gibi mesleki faaliyetlerini gerçekleştirmeye çalışan esnafın da birkaç adımlı bir yol haritası ile inovasyonla iş yollarını düzenlemelerinde etkili sonuçlar sağlanabilir. İlk adım olarak bu eylem için bir başlangıç tarihi belirlenmeli ve ele alınacak iş ve işletmeye yönelik stratejiler oluşturulmalıdır. Strateji nereye doğru, nasıl, ne zaman, hangi kaynakla (insangücü, özkaynak, bilgi, yaratıcılık, fon), kiminle hareket edileceğini ortaya çıkarır. İnovasyon bu stratejilerle uyum olmalıdır. Saptanan stratejilerle bağlantılı inovasyonların gerçekleştirilmesi için neler yapılmalıdır? Bu kararlar verilirken şu noktalar değerlendirilmelidir. İşimi farklı nasıl yapabilirim? Sunduğum mal ve hizmetlerin tasarım, imalat, tedarik süreçlerini biliyor muyum? Bu süreçte işimin yeri nedir? Rakiplerim kimlerdir ve neler yapıyorlar? İşimle ilgili etkileşimde bulunduğum diğer alanların katkısını nasıl artırabilirim? Eğitim, seminer, danışmanlık desteğine gereksinimim nedir? Müşterimi daha iyi nasıl dinlenirim? Müşterime daha fazla faydayı nasıl yaratırım? Müşterimden nasıl öğrenirim? Bu sorulara verilecek cevapların etkinliği için bilgi ve gözlem gücünün artırılması anahtar noktadır. Bu nedenle iş dünyası, ekonomi ve mesleki alanlarla ilgili dergiler, mesleki birliklerin yayınları ve sektörel gelişmeler takip edilmelidir. Hem mesleki hem yönetimle ilgili alanlardaki eğitimlere önem verilmelidir. Sektördeki başarılı örnekler incelenmeli, hayata geçirilmesine karar verilen yeni düşünceler için yönetim planları oluşturulmalıdır. Mutlaka notlar alınmalı, yapılması gereken eylemler belirlenmeli, yapılamayanlar için uyarıcı açıklamalar düşülmeli, cesareti kaybetmeden bu döngü tekrar çalıştırılmalıdır. Saptanan hedeflerin çevre, etik ve sosyal sorumluluk dahilinde hayata geçirilmesi konusuna dikkat edilmelidir. Bu girişim bile önemli adımlar için bir başlangıç oluşturacaktır.
Her gün yaklaşık 400-500 bin kişinin yılda 91 milyon kişinin ziyaret ettiği böylesi bir ortamda birçok kültürü görme, tanıma ve iletişim kurma zenginliğinin çok daha iyi değerlendirilmesi ve fırsatların keşfedilmesi gerekir. Kuşaktan kuşağa aktarılan bu bilginin yönetiminin kayıt altına alınması her yeni kuşağın deneyim hazinesinin önemli bir parçasını oluşturacaktır. Basit, uygulanabilir, aktarılabilir, anlatılabilir, hızla öğrenilebilir uygulamalar Kapalıçarşı esnafının bulunduğu dinamizmi yönetmede rehber olabilir. Bu rehberin en önemli ilkesinin de “birlikte var olma” olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır.

 

zes

Yrd.Doç.Dr. Zümrüt ECEVİT SATI
İstanbul Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi
zsati@istanbul.edu.tr

 

sevinc1

BİLGİNİN AĞIRLIĞI

 

“Bin bilsen de bir bilene danış” çünkü “Akıl akıldan üstündür” der atasözlerimiz. Aklı üstün yapan nedir sorusuna verilebilecek en doğru cevaplardan birisi, sağlıklı çalışan beyinlerin içindeki bilginin çokluğudur. Peki, günümüz bilgisayarlarının belleklerinin çok çok büyük olan bilgi depolama kapasiteleri, onları akıllardan daha da üstün kılmaz mı? Hayır, çünkü o bilgileri nasıl kullanacakları bilgisini, biz onlara vermedikçe yani belleklerine yüklemedikçe, insanların akıllılık derecesine bir nebze olsun ulaşamazlar.
Bilginin “ağırlığı” var mı? Bilgi arttıkça ağırlığı da artar mı? Hepimiz, ünü ve önemi dünyaca kabul edilen, İstanbul’un tarihi mekanlarında dolaşmışızdır: Kapalı Çarşı, Topkapı Sarayı, tarihi Eminönü meydanı gibi. Buralarda dolaşırken bir süre sonra sanki üzerimize yük binmiş gibi bir hisse kapılırız. Bu his, etrafımızda bulunan ve duyu organlarımızla (göz, kulak, burun vb.) ve hislerimizle beynimize aktarılan bilgi ile bunu “anlamaya ve çözmeye” çalışan bilginin toplam “ağırlığı”ndan kaynaklanır aslında. Bilgi nesnelerde, yazıda, renklerde, şekillerde, sanat eserlerinde, sembollerde, uzmanların el becerisinde, insanların zihninde ve bizi kuşatan her yerdedir.
“Bilgi nedir?” sorusu çok eski bir felsefi problemdir. Bilgi kavramını Felsefe disiplini ele almakla birlikte, Yönetim Bilimleri, Enformatik ve kayıtlı bilgiyi temel alan Bilgi ve Belge Yönetimi Disiplinleri de incelemekte ancak her disiplin kavrama farklı yönlerinden yaklaşmaktadır. Bilginin yönetimi söz konusu olduğunda Yönetim Bilimleri, Enformatik ve Bilgi ve Belge Yönetimi disiplinleri kapsamına giren çalışmalar daha çok akla gelmekte. Bilgiyi iyi açıklayabilmek için veri-enformasyon-bilgi-bilgelik (data-information-knowledge-wisdom) zincirinde, bilgi (knowledge)’den önce ve sonra yer alan diğer büyüklükleri tanımlamak gerekir. Veri (data), bir gerçek hakkında değerler sunan herhangi bir karakter dizisidir. Bunu bir işletmedeki satış personelinin günlük satış rakamlarını yazdığı tablodaki değerler olarak düşünebiliriz. Veri bize ne yapmamız gerektiğini söylemez ancak enformasyon yaratmak için vazgeçilmez bir hammadde olması onu oldukça önemli kılar. Enformasyon (information) en basit anlamı ile “sorunun cevabıdır”. Verinin derlenerek belirli bir amaca dönük olarak organize edilmesi enformasyonu oluşturur. Geçtiğimiz ay içinde hangi personelin en yüksek ciroyu yaptığı, bölgesel olarak satışların bir önceki sezona göre değişimleri vb. birer enformasyondur. Bilgi (knowledge), yeni deneyimleri ve enformasyonu algılamada bir bakış açısı getiren kişisel tecrübelerin, değerlerin, bağlamsal enformasyonun ve kavrayışın bileşimidir. Satışlardaki değişikliğe bağlı olarak alınması gereken aksiyonları belirlemek bilgiyi içerir. Bu, satış ekibinde hedef gerçekleştirme oranında düşük kalanlara ek eğitim verilmesi olabileceği gibi, yerel reklam vb. yöntemlerle satışların desteklenmesini de içerebilir. Bilgelik ise bu hiyerarşi çizgisinde bilginin çok üzerinde bir yerdedir. Bilgelikte sadece bilgi sahibi olmak yetmez, “akıllı” olmak da bir gerektir. Sahip olunan örtük bilginin kişiye kattığı olgunluk, bu aklı tamamlamalıdır.
Açık (explicit) ve kapalı ya da örtük (implicit, tacit) bilgiden söz edildiğinde, örtük bilginin elde edilmesi ve dönüştürülmesinin daha zor olduğu her zaman akılda tutulmalıdır. Açık bilgi daha çok bir konu hakkında bilmeyi içerir ve yazılı olarak kolayca transfer edilebilir; ayrıca, kolayca yaratılabilir, ifade edilebilir, transfer edilebilir, paylaşılabilir, kodlanabilir, gruplar ve firmalar arasında aktarılabilir. Örtük bilgi ise nasıl olduğunu bilmek ve anlamaktır. İnsan bilincinde, davranışlarında ve algılarında yatan, bu nedenle biçimlendirilip paylaşılması zor olan bilgidir. Bu tür bilgiler yazılı olmadığı için doğrudan bir kişiden bir başkasına aktarılamazlar. Genelde uygulama, pratik ve sosyal etkileşim ile örtük bilginin paylaşılması mümkündür.

Uzmanların ve kaynakların “ağız birliği” ettiği nokta, bilgisayar ve ilgili teknolojilerin öneminin, hiçbir zaman bilginin öneminin önüne geçemeyecek olmasıdır. Bunun yanısıra günümüzde, bilgisayarlar ve ilgili teknolojiler (veri tabanı yönetimi, veri madenciliği, yapay zeka, bilgi iletişimi ve internet vb.) olmaksızın bilginin “ağırlığı”nın ölçülmesi yani değerinin ve öneminin belirlenmesi nerede ise imkansızdır. Özellikle de kültür mirasımız olan nesnelerin, yapıların, ortamların, sanatların ve kaynakların barındırdığı bilginin yitip gitmemesi için ve gelecek nesillere doğru ve güvenilir bir biçimde aktarılması için bilişim teknolojisine ve araçlarına tüm zamanlara göre çok daha fazla ihtiyacımız var.

sevinc1

Prof.Dr. Sevinç GÜLSEÇEN
İstanbul Üniversitesi Enformatik Bölümü

Osman Eğri

ANADOLU’NUN MAYASI ÂRİFLERİN SOFRASI

HOCA AHMED YESEVÎ

Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî, hem bir “velî (Allah dostu)”, hem de bir mürşid (eğitimci)dir. Velî talebeler ve halîfeler yetiştirerek onları da irşad vazîfesi ile görevlendirmiştir. O, zihninde kendisinden sonraki zamanlar ve farklı mekanlar için projeleri olan bir mürşid-i kâmildir. XI. yy’da Türkistan’ın Sayram kasabasında doğan pîr, daha küçük yaşta ilim tahsil etmek maksadıyla Yesi’ye gitmiş, daha sonra hakîkat ilmini öğrenmek üzere Buhara’da Yûsuf el Hamedânî’ye intisab etmiştir.

Yûsuf el Hamedânî, onu üç halîfesinden biri olarak seçmiştir. Tekrar Yesi’ye dönen Hoca Ahmed Yesevî, hakîkat çerağı ile Sır-Derya havalisini, Taşkent çevresini aydınlatmış, Buhâra, Semerkant ve Horasan şehirlerindeki Türkler çevresine toplanmıştır. Söylediği “hikmet”lerle geniş kitleleri dînî, tasavvufî ve ahlâkî yönden etkilemiş; eğitmiştir. Pek çok mutasavvıf, âşık, şâir onun takipçisi olmuştur.

HACI BEKTAŞ VELÎ

Velâyetnâme’de anlatıldığına göre; Hacı Bektâş Velî, kutbü’l-ârifîn, kutbü’l-aktâb makâmlarını erkâna uygun olarak emânet ve icâzetlerle birlikte bizzat Hoca Ahmed Yesevî’den almıştır. Kaygusuz Abdal, Vücudnâme’sinde kutbü’l-aktâbın; bütün dünyanın durumundan, ihtiyaç ve problemlerinden haberdar olan, gerekli çözüm projelerini üreten ve onları sürdürecek elemanları yetiştiren kişi olduğunu söylemektedir.

Hünkâr, kutbü’l-aktâbın toplum içersindeki konumunu şöyle dile getirmektedir: “Allah’ın velîsi, kendi zamanının Nuh’udur. Onun yardımı, Allah’ın kullarını tûfan belâsından koruyan gemidir. Su tûfanında her ne kadar su bela ise de, vücutlara yönelik olduğu için ondan kurtulmak kolaydır. Ancak, cehâlet tûfanı ondan daha zordur, daha kötüdür. Çünkü onda boğulan kimse ilelebet kurtulamaz.” Hacı Bektâş Velî, kendi zamanının Nûh’u olmuş; yetmiş iki milletten insanlar cehâlet tûfânından kurtulabilmek için “ilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” diyen Hünkâr’ın ilim, irfân ve îman gemisine binmişlerdir.

Hacı Bektâş Velî, Rum (Anadolu)’un gözcüsü olarak Anadolu’da kurduğu otağından; dergâhından tüm dünyanın ahvâlini gözetlemiş, Kafkaslar’dan Balkanlar’a, Avrupa’dan Afrika’ya kadar uzanan bir sulh projesinin gerçekleştiricisi olmuştur. Yetiştirdiği velî ve halîfeler, adı geçen coğrafyaları hakîkat çerağı ile aydınlatmışlardır. Hünkâr, Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî’nin Anadolu’ya attığı dut ağacını, görkemli bir çınara dönüştürerek bir cihan devleti olan Osmanlı’nın manevî mîmarlığını yapmıştır.

YUNUS EMRE

Yunus Emre Anadolu’nun her karışını gezen ve yolu Hacı Bektaş Velî’nin dergâhına da uğrayan bir Hak erenidir. O attığı her adımda gönlündeki ilâhî nağmeleri insanlarla, çiçek ve böceklerle paylaşmış, ayrılıklarla mücadele ederek, zıtların birliği için çalışmıştır. Yunus’un amacı gönüllere girmek ve onları onarmaktır. Onun fikrince insan gönlü “dost” olarak isimlendirdiği Hakk’ın evidir.

Hakk’ın gönül evine konuk olabilmesi için onarılması gerekmektedir. Onarım malzemesi ise sevgidir. Allah sevgisi ile gönlünü zenginleştiren, adeta bir hazine haline getiren Yunus bu konuda kıskanç da değildir. O can taşıyan herkesin gönlünün nazargâh-ı ilâhî olmasını istemekte ve bunun için çalışmaktadır. Yunus Emre varlık sebebini ve Anadolu’daki misyonunu şu dörtlükte anlatmaktadır:

Ben gelmedim davî için,
Benim işim sevi için,
Gönüller dost evi için,
Gönüller yapmaya geldim.

Senlik ve benliğin, din, dil ve ırk farklılıklarından dolayı çekişmelerin en önemli sebebi yaratılıştaki birliği görememektir. Gönlünü sevgiyle onaramayanlar “Bir olan Allâh”a gönlünü veremeyenler, hayatlarını benlik mücadelesi içerisinde geçirerek, mal-mülk, makâm-mevki, şöhret-şehvet gibi can içindeki birliği bozan âfetlerle sarsılmaktadırlar.

Sahip olamamanın, elde edememenin, bir başkasına kaptırmanın telaşı ve huzursuzluğu içerisinde okyanuslar kadar geniş olan gönüllerini bir hapishaneye çevirmektedirler. Bir Hak âşığı olan Yunus Emre “birlik” makamına ermeyenlerin ikiliğin acılarına katlanmak zorunda kalacaklarını haber vermektedir. İkiliğe düşmek can içindeki bir hastalıktır.

NİYÂZÎ-İ MISRÎ

İbn-i Arabî’nin Mekke’de kaleme aldığı Fütûhât-ı Mekkiyye’den büyük ölçüde etkilenen Hazret-i Mısrî için Ka’be, bütün yol ve nefes sahiplerinin yollarının kesiştiği bir mekândır. Ka’be’de tevhîd hakîkati ortaya çıkar ve izafetler, mensubiyetler ortadan kalkar. Orada ne Halvetîlik, ne Celvetîlik, ne de Kâdirîlik, Gülşenîlik, Bektâşîlik, Mevlevîlik veya Nakşîbendîlik kalır.

Mutlak vücut uzayına vâsıl olan sâlikler hacılar gibidirler. Nasıl hacılar dünyanın dört bir tarafından Ka’be’ye geliyorlarsa ve onların haccında hata, kusur aranmıyorsa hiçbir yol ehlinin yolunda, erkânında da kusur aranmamalıdır. Elbette bu durum hicretini gerçekleştirip, kalb Ka’be’sine ulaşanlar için geçerlidir.

Hazret-i Mısrî’ye tahammül ötesi eziyetlere katlanma gücü veren örnek kişi, uğruna canını ve malını feda ettiği Hz. Hüseyin olmuştur. Niyazî-i Mısrî’nin gerçek bir Hz. Muhammed ve Ehl-i Beyt muhibbi olduğunu söylemek mümkündür. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin hakkındaki düşüncelerinden dolayı yirmi yıl sürgün hayatı yaşamaya katlanması ve Risâle-i Haseneyn, Risâle-i Nokta ve Risâle-i Nefîse gibi eserleri kaleme alması, Hz. Peygamber’i rüyasında Muharrem ayında görmesi onun Ehl-i Beyt’in ilim, fazîlet ve himmetlerinden büyük ölçüde yararlandığını, onlara samimiyetle bağlı olduğunu göstermektedir. Niyâzî-i Mısrî’nin Ehl-i Beyt’e olan bağlılığı onu seven ve yolundan gidenleri de etkilemiştir. Limni’li Halvetî şeyhi Abdî-i Siyâhî ona yapılan eziyetleri, Yezîd’in Ehl-i Beyt’e yaptıklarına benzetmektedir. Nitekim Abdî-i Siyâhî’ye göre Mısrî hazretlerine yapılan bunca eziyetin tek sebebi; Benim evlâdımı seven beni sever diyen Hazret-i Peygamber’in Ehl-i Beyt’ine ve özellikle de Hazret-i Hüseyin’e aşırı bir muhabbet göstermesidir. Abdî-i Siyâhî, Hazretin Limni’deki dervişlerinin; “Biz iki defa Kerbelâ yaşadık. Biri Acem diyarında, diğeri ise Rûm diyarında Limni’de Mısrî ile” dediklerini anlatmaktadır.

 

Osman Eğri

Osman Eğri